29 Temmuz 2010 Perşembe

Eylemin sözü belirmesi ya da sözün eylemi belirlemesi

29 Temmuz 2010 Taraf gazetesinde yayınlanmıştır

Gazze’ye yardıma giden Mavi Marmara gemisini diğer yardım gemilerinden ayıran nedir? İsrail’in tehditleri karşısında diğer gidenler rotalarını değiştirdi. Mavi Marmara gemisi son ana kadar beklemeyi istedi ya da rota değiştirmeye karşı direndi. Neticesi herkesçe malum olmakla birlikte, bu direnişin beklenen en muhtemel neticesi geminin seyir halini, teknik anlamda durdurmaktı. Nitekim bunun uygulanmış örnekleri de vardı.

Benim bu yazıda üzerinde duracağım husus, bundan sonrasında olanlara dair olmayacak.

Mavi Marmara gemisinden öncede sonrada giden yardım gemileri oldu. Her seferin sonu, Mavi Marmara gemisinde öldürülen, zorla İsrail’e götürülüp hapishaneye tıkılan insanlar hariç aynıydı: Rotayı Mısır’a çevirip yükü boşaltmak. Hepsinin amacı, Mavi Marmara gemisinde katledilenler ve sağ kalabilenler de dâhil, Gazze’de abluka altında inleyen Filistin halkına manen ve maddeten dış dünyadan yardım ve destek elini fiilen uzatmaktı. Sonuç Mavi Marmara gemisi için farklı gelişti.

Bunun siyasi, sosyolojik açıklamaları yapıldı. Benim, bir sosyal araştırmacı olarak getireceğim açıklama ise farklı bir açıdan olacak.

Mavi Marmara gemisini, Gazze’ye bu olayın öncesinde ve sonrasında giden gemilerden ayıran husus İsrail’in ölümüne müdahalesi görünse de altta yatan esas eylemin sözü, dolayısıyla da sözün içindeki kişiyi belirlemiş olmasıdır. Mavi Marmara’dakiler olsun öncesinde ya da sonrasında gidenler olsun, gitmeyenlerden, onların haklarında konuşanlardan ameli (praxis) gerçekleştirmek açısından farklılaşırlar.

Ama hepsinin amelini aynı nitelikte amel sayabilir miyiz? Yardım götürme amelinin niyeti, kimlikleri ya da öznellikleri mi merkeze almaktadır yoksa amelin kendisini mi merkeze almaktadır?

Karşılıklı konuşmalar için de durum aynıdır. İster Mavi Marmara gemisi hakkında olsun, ister demokratik açılım olsun ya da referandum olsun eğer bu konuşmalar bağlamın kendisine niyet etmemiş, konuşanların kendi kimliklerini esas almışsa, bunlara odaklı konuşmalar ise sözün eylem gücünü değil kimliklerin güç mücadelesini üretmiş oluruz. Dolayısıyla gerçekleşen amelin icraatı da, hedefe yakınlaşıldığında geminin rotasında mümkün olduğunca direnmek yerine rotayı Mısır’a çevirip, yükü boşaltıp “iş yapmış olmanın” gönül rahatlığı içinde evinize dönmektir. Ellerimiz temiz (çünkü taşın altına girmemiştir), vicdanımız rahattır: “yardımı-bir şekilde-götürmüşsünüzdür” Ya da tıpkı şu dönemlerdeki konuşmalarda olduğu gibi ameli işaretleyip durduğunuz meselede lafınızı edip, kenara çekilip etrafın ne dediğini ne yaptığını kendi kimliğinizden, en fazla duvarının üzerinden, seyretmeye devam etmişsinizdir. Hele de şu sıralardaki Türkçeyi konuşanlardansanız bunu bugünlerde çok rahat yaparsınız.

Ama aslında Türkçe tam da bunun aksine zorlayan bir dilbilgisine sahiptir. Türkçenin önce ne yapıldığını sonra kimin yaptığını söylemek zorunda bırakan bir kurallar sistemi vardır. Bu kurallar sistemi bu dili gündelik yaşantısı içinde kendini, diğerlerini ve âlemi çeşitli etkileşimlerde anlamlandırmaya çalışanların hiç bitmeyen üretimidir. Dünyayı böyle kurmaktadırlar. Dolayısıyla bu sistem içinde lafın eylemi sürekli sizi işaret ederek peşinizden koşar. Sizi, sözün içinde “yaptığınız şey” tanımlar. Ama Türkçe konuşanlar şu sıralar bu kıskaçtan kendilerini kurtaracak oyunlarla eylemin sorumluluğundan ya da kendilerinin işaretlenmesinden kurtulmayı becermektedir. Daha doğrusu hep var olan bu beceriyi daha sık kullanır hale geldiler.

Şimdi bu durumda sözün eylemini yüklenecek (‘yaptım, yaparım, giderim’ gibi) kişinin/kimliğin, kim ya da ne olacağı, konuşmadaki bağlamın ahlaki duruşlarına göre değişecektir. Ama özellikle bu ahlaki duruşların konuşmacıyı nasıl bir hale sokacağına ve ortaya çıkaracağı sonuca göre değişecektir. Bu sebeple sözgelimi “… düşünüyorum” ya da “ …düşüncesindeyim” dediğinizde eylemin sizi belirlemesinden ve de bunun tahmin edilen neticelerinden kendinizi uzak tutmuş olursunuz. Hatta eğer daha da zor durumda iseniz “yapılmalı” ya da “…daha önceden hesaplanmalıydı” diyerek kendinizi yok ediverir, yapılacak işi de gerektirdiği sorumluluğu da orta yerde sahipsiz bırakıverirsiniz. Ama sözü sürekli kendi kanaat ve fikriniz ile kurarak, işi tanımlamış ve belirginleştirmişsinizdir. Yani fikrin, sözün, düşüncenin sizin olduğunu apaçık kılarsınız ama kendinizi es geçerek, işi kimin yapacağını yani eylemi sahipsiz kılarsınızdır.

Buna bir de bu coğrafyada gündelik hayattaki modernist dönüşümlerin en ön plana oturttuğu “ben oluşları” eklediğinizde, bu beceri iyice billurlaşır. Kişiyi/kimliği öncelemek yerine eylemini esas alan dil dünyası içinde kişinin kendisini “ben” olma teşebbüsleri, eylemi iyice kendi başına bırakmaktadır. Eylem, sözü kişinin kendisinin sarf ediyor olmasına dönüşmüştür. Yani “düşünüyor” olmak, eylemin kendisi haline getirilmiştir. Bu sözde artık eylem, kişinin sözü söylüyor olmasıdır. Ama eylemi yüklenmeyen, kendisini/kimliğini işaretlemesinden kaçınan bir kişi vardır karşımızda. Dolayısıyla eylem konuşmalarda kimliğin aracı haline sokulmaktadır.

Bu bir anlamda ameli araçsallaştırma ile aynı şeydir. Araçsallaşan amelle kimlik kendini ön planda tutmaya devam eder ve yardım yükünü Gazze’lilere ulaştırmak yerine rotayı Mısır limanına çevirir.

Kendi oluşu/ “ben” oluşu / kimliği eylemin belirlemesinden hareket ederek kuranlar, bir başka ifadeyle kimliğini, eylemi önceleyerek kuranlarsa amellerini de araçsallaştırmaz. Aksine, araçsallaştırdığı aklıyla araçsallaştırdığı eylemiyle kimliğini kuranlar bu sebeple, ne hayatı ne ölümü ne de kendi ameli ile değiştirebileceklerine inanır. Misyonu, adanmışlığı, inatla psikolojikleştirerek anlamaya çalışırlar. Hâlbuki Mavi Marmara’dakiler kendilerini eylem odaklı sözlerinde gerçekleştirip ahlaki sorumluluklarını amele/praksise dönüştürdüler. Ziya Paşanın dediği gibi “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”.