7 Nisan 2017 Cuma

Yerel Bir Benlik Modeli İçin Söylem Analizlerinin Teklifi Ne Olabilir? (Yanlış Bir Başlık)


Prof.Dr.Sibel A. Arkonaç

23-24 Mart 2017 tarihleri arasında  Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı tarafından düzenlenen Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırmalar Sempozyumu’nda yapılan konuşmanın metni

Bundan on ya da onbeş sene önce olsaydı size burada söylem analizinin ne olduğunu en temel kurallarından başlayarak anlatmam gerekirdi. Ama bugün artık Türkçe literatürde buna gerek kalmayacak kadar yayın ve çalışma örneği sergilediğime inanıyorum. Onun için size bu tanıtımları yapmayacağım. Ama sosyal bilimlerde özellikle de psikoloji çıkışlı olanlar için önemli olan birkaç hususu tekrar etmekte fayda var.
Herşeyden önce söylem analizi adında analizi lafı geçmekle birlikte nicel araştırmanın deney yapmak gibi, alan araştırması yapmak gibi bir analiz yöntemi değildir ya da fokus grup veya mülakat tekniği ya da anket gibi araştırma teknikleri de aklınıza gelmesin. Söylem analizi tıpkı psikolojiden farklı olan psikanaliz gibi insanı anlama teşebbüsüdür; bu anlama teşebbüsünde bir dünya ve insan tasavvuru öne sürer  ve tasavvurla sosyal alanı nasıl seyredebileceğimize dair de bize bir dil teklif eder. Söylem analizi dediğimiz şey bu analizin kendisidir. Söylem analizi bilgiye ve dolayısıyla bilgi edinme metoduna eleştirel durur. Bu eleştirel duruşuyla psikolojiden ve yapısalcı duruşuyla da Freudyen psikanalizden tamamen farklıdır. Bu anlamda psikanalizi farklı cephelere oturtmamız lazım özellikle de Freudyen yaklaşımı yapısalcı duruşuyla diğerlerinden farklı tutmak lazım. Söylem analizinin en önemli ayırdedici duruşu insana dair genellenebilir, tekrarlanabilir ya da evrensel bilgi ortaya koyma gibi bir çabası yoktur niyeti yoktur çünkü zaten bu düşünceye baştan karşıdır. Bu sebeple fenomenleri ortaya çıkartan altta yatan yapıları, süreçleri ortaya sermeye çalışan niteliksel ya da nicel çalışan psikolojiden ayrışır.
Şimdi konuşmamın başlığındaki yanlış başlık ibaresini ele alabilirim. Bu sempozyum için benden bir başlık istendiğinde yerel benlik modelleri ifadesini düşünmeden kullandığımı çok kısa bir süre önce fark ettim. Konuşmam ilerledikçe siz de göreceksiniz ki söylem analizinin oturduğu bilgi anlayışında yerellikten bahsetmek yersiz ve yanlıştır çünkü sosyal alana, dilin içinden baktığı için, dilde üretilenler olarak bakılır ve dilde işleyen süreçler incelenir. Bu sebeple dil inceleme alanıdır. Bu sebeple dilin ürettiğinin  sözgelimi benliğin yerelliğinden ve evrenselliğinden bahsetmek mümkün değildir. Benim bu başlığı kullanma sebebim ise sanırım psikolojideki pozitivistik geçmişim ve onun egemen düşüncesinin izleri olsa gerek. Yerellik  evrenselci düşüncenin bir ögesidir. Genellenebilir bir bilgi ile hareket ettiğiniz zaman genelde işleyenle özelde işleyeni ayırd etmeniz gerekir ve bu noktada da yerellik, önünüze nitel ya da nicel bir çalışma alanı olarak çıkar. Ama söylem analizinin dünya ve insan tasavvurunda böyle bir şey yoktur. Buna birazdan geleceğim. Ama şu an için başlığımın yanlış ve hatalı olduğunu bir kere daha söylemem gerekir.
Benlik ya da kendimi idrak edişim, kendimden ne anladığım Freudyen psikanalizde dış dünyanın içerde bilinç dışında kurgulanıp sembolik sisteme kendini yansıtması olarak anlaşılır. Psikoloji ise  hemen tüm dallarında kişiyi içeriye zihne yerleştirir ve içerinin dışarısı ile dış dünyayla ilişkiselliğini esas alır, bu arada genellenebilir ve tekrarlanabilir benlik modelleri kurar. Hem Türkiye’de hem de yurtdışındaki benlik modellerine baktığınızda, ister Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın modeline ister Olcay İmamoğlunun modeline bakın, kurdukları modellerin dayandığı zemin tamamen bu bilgi yapısına oturur.
Psikolojiden farklı olarak söylem analizinin insana bakışı, psikolojiden tamamen farklıdır. Kişiyi sözgelimi kendilik algısını, bilgisini sözgelimi tutumlarına dair düşüncelerini, ve eylemini yani davranışını zihnin dışına çıkartır sosyal alana dil uygulamasına yerleştirir. En önemli ayırdedici vasfı budur: insana dair herşeyi zihnin dışına çıkartır ve sosyal alana yerleştirir. Bu sosyal alan aynı dili konuşanların makro ve mikro düzeyde karşılıklı etkileşimleridir. İster düşünürken ister yazıya dökerken ister konuşurken gerçekliğin ve ondan anlaşılanın her daim sürekli yeniden yeniden inşa edildiği yer dilin icrasıdır. Bu sebeple dil sustuğunda dilin ürettikleri de ortadan kalkacaktır tıpkı sazlar sustuğunda müziğin de susması gibi. Dolayısıyla kendimi idrak edişimin diğerleriyle söz içinde karşılıklı anlamaları nasıl inşa ettiğimize bağlı olduğunu, kendilik dediğim şeyin konuştukça değişen ve dönüşen bir metin olduğunu, söylem analizi yaklaşımı ile anlamaya çalışmak daha yerinde olacaktır.
Bu konuyu uzun yıllardır söylem analizi bakış açısıyla çalışıyorum. Bu bakış açısını, psikolojik bilgiye getirdiği eleştirel bakış açısını ve bilgiyi çok uzun yıllar yazıp çizdim. Dolayısıyla kendisinin ne olduğu ya da ne olmadığı hususunda burada konuşmayacağım. Bu yaklaşımın kullandığı çeşitli analitik yaklaşımlar vardır. Burada kendilik ile ilgili soruma en yakın düşenleri eleştirel söylemsel psikoloji ile ona çok yakın bir noktada duran Foucaultcu söylem analizi oldu. Bu iki analitik versiyonla çok sık çalıştım.Edwards ve Potter’ın arkalarına konuşma analizini alarak geliştirdikleri söylemsel psikoloji ile hemen hemen hiç çalışmadım çünkü metodolojileri incelenebilir yegâne bağlamın konuşma etkileşiminin empirik olarak gözlenebilir ögeleri ile sınırlıydı. Kısacası konuşmada araştırmacının görgül olarak işaretleyebileceğinin dışına çıkmıyorlar, o sıradaki konuşmayı domine eden söylemsel güçleri parantez içine alıyorlardı. O konuşma esnasında bağlama egemen olan söylemi ima edecek hiçbir işaret kullanmıyorlardı. Sözgelimi kadınların o esnada konuşmalarını biçimlendiren modern kadın söylemini işaretleyemiyorlardı. Bu durum Parker’ın da ifade ettiği gibi pozitivist psikolojinin görgül olma şartına çok yakın ve var olanı tanımlamayı amaçlamaktan başka birşey yapmamaktadır (Parker, 2005).
Wetherell bu gruptan 1990ların sonunda ayrıldı. Söylemselcilerin iddiasının tersine, insanların konuşmaya sıfır noktasından başlamadıklarını öne sürdü (Wetherell, 1998). İnsanlar, tanıdıkları tanımadıkları insanlarla konuşurken ya da kendi başlarına düşünürlerken o sıradaki etkileşim akışını geçmişin onlara sağladığı bir terimler repertuarını kullanarak kurgularlar.Bu repertuarlar konuşulan dilin kişilere sağladığı anlam inşalarıdır Bu inşaların bazıları hegemonik/egemen anlam inşalarıdır. Gündelik etkileşimde hemen başvurulan, çoğu zaman doğal, gerçek kesin diye addettiğimiz anlamlardır. Diğerlerine ulaşmamız söylemin kurguladığı bu doğallaştırılmış, normalleştirilmiş gerçeklik sebebi ile ya engellenir ya da kolay erişimleri yoktur (Bkz.Arkonaç, 2016). Sözgelimi eğitimini tamamlayan kadının modern kadın söylemi içinde çalışmama tercihi gibi bir anlam kurgulanmaz, bir tercih olarak kurgulanmaz aksine doğal olandan bir sapma ya da normal dışı olarak anlaşılır. 
Foucaultcu söylem analizinde bu normalleşme doğallaştırma sürecine nasıl girildiğine odaklanılır. Egemen söylem süreçlerinin toplumda hangi gruplara ne gibi menfaat sağladığı ya da kimlerin işine geldiği çalışılır. Sözgelimi Muharrem Gürhanel’in  (2014) çalışmasında gay kişilerin tıpkı heteroseksüeller gibi kadınsılığı ötekileştirdiklerini toplumdaki erkek egemen toplumsal cinsiyet yaşantısı üzerinden okuduklarını görmüştük. Benzer şekilde Zeynep Aygül’ün çalışmasında (2014) yine görmüştük ki, erkekler kendilerini sosyal alanda tariflerken kadını ortamı yumuşatan, nazikleştiren bir öge olarak inşa etmekteydiler. 
Benlik açısından benim için daha da önemli olan nokta şuydu; eleştirel söylemsel ve Foucaultcu söylem analizleri, sözün eylemi esnasında öznenin girdiği konumlara odaklanmasıdır çünkü özne sözü sarf ettikçe birtakım pozisyonlar alır, karşısındaki diğer özneyi de birtakım pozisyonlara sokmaya çalışır bu esnada bu diğer özne de buna karşılık pozisyonlara girer. Bunu yaparken içinde hareket ettikleri söylem çerçevesinden hareket ederler çünkü söylemler bize belli kimliklerle hitap eder, bu kimliklerle bizi tanımlar, haklarımızı belirler, kim olacağımızı söyler, zorunluluklarımızın çerçevesini çizer, yasaklar ve haklar tablosuna sokarlar. Karşımızdakilerle bir konuşma esnasında etkileşime girmemizi belirleyenler bunlardır. Özneler etkileşim alanında kendi pozisyonlarını her an bağlam kaydıkça anlam değiştikçe kaydırır ve değiştirir. Bir başka ifade ile konuşma boyunca özne karşısındakine hep aynı pozisyondan hitap etmez O sırada sözün eylemine göre pozisyonlarını yeniden yeniden inşa eder.
 İşte benim de  seneler önce çalışmalarımın başlangıç noktası bu oldu.
Çok uzun zamandır Türkçe e hep yaptığı birşey dikkatimi çekiyordu: Özneye doğrudan hitapta özne kendisi yerine ‘biz’ zamirini tercih etmekte, iş yapılacak olanlara geldiğinde konuşmalar ortaya yapılıyordu; konuşmalarda özne işaretleyicisi ortadan kalkıyordu. ‘Yapılması gerekenler’ vardı. ‘İşe el atılmalıydı’ Daha sonra Göklem Tekdemir ve Çağatay Çoker’le yaptığımız çalışmada (Tekdemir,Arkonaç,Çoker, 2006) gördüklerimiz durumu biraz açıklar gibi oldu. Türkçe konuşmalarda insanlar o sıradaki anlam inşasına göre zamir kullanımını değiştiriyor hatta ortadan kaldırabiliyorlardı. Asimetrik konuşmalarda duygu ve düşüncesinden bahsederken kendini işaretlemekte (‘düşünüyorum’, ‘istiyorum’, vs.) ama konuşma o düşüncenin ya da duygunun eyleminin inşasına kaydığında eylem belirten fiillerde işaretleyici ‘biz’e dönüyor (yaparız onu)ya da toptan öznesiz cümleler  (‘yapılır’, ‘yapılmalı’, ‘olmalı’, vs.) kurulabiliyordu. Konuşanlar fikir ve düşüncelerinde rahatlıkla kendilerini işaretleyebilirken, eylemin gerçekleştirilmesinde ortamı öznesiz dolayısıyla eylemi sahipsiz bırakmaktadır (Arkonaç,2010). 
Bu durumda özneyi işaretlemek mümkün olamamaktadır. Kürt meselesinin nasıl konuşulduğuna baktığımız çalışmada (Arkonaç,Tekdemir-Yurtdaş, ve Çoker, 2012). daha ilginç olan şuydu: Özne eylem ihtimali ile karşı karşıya bırakıldığı bağlamlarda, güçlü öteki ile arasındaki mesafeyi kendini emniyete alacak şekilde kurguluyordu (Benim Kürtle ne meselem olacak onun devletle derdi var). 
Konuşmalarda kendilik işaretlemesiyle neyin inşa edildiğine ve bununla ne yapıldığına 2015 de Zeynep Aygül’le başka bir açıdan baktık. Öğrencilerin kopya üzerine kendi aralarındaki konuşmaları esnasında ‘bence’ cümleciğini çok sık kullandığını fark ettik.‘Bana göre’ cümleciği de kullanılmakla birlikte kullanılma sıklığının çok az olduğunu gördük. Bu sebeple ‘bence’ cümleciği ile konuşanın ne yapmaya çalıştığına odaklandık. Analizde gördüklerimiz ilginçti: Kişiler ‘bence’ ile lafa başladıklarında ya da ‘bence’ diyerek lafı bitirdiklerinde, konuşma esnasında konuşulan meselenin olayın ya da nesnenin kendisini konuşmadığını gördük. Konuştukları şey kendilerini işaretlemekti; kendisini konuşuyordu bu konu hakkında ne düşündüğünü, hissettiğini anlatıyordu. Bir başka ifade ile meseleyi konuyu o konuşma bağlamında kendini işaretlemekte bir araç olarak kullanıyordu. Meseleyi konuşmak yerine mesele hakkında kendisinin ne düşündüğünü kurguluyordu. Böylelikle o etkileşim alanında var oluyordu.
Bugüne kadar söylem analizi yaklaşımı ve kullandığı analitik versiyonlarıyla Türkçe konuşanların kendiliklerini nasıl kurguladıklarını ve kendilik işaretlemeleriyle neler yaptıklarını görebildim. Buna göre Türkçe konuşanlar konuşma esnasında yaygın bir şekilde :
1.eylemin sorumluluğunu almıyor, 
2. kendini düşünce kanaat yargı bildiren kavramlarda işaretlemeyi tercih ediyor, düşünce kanaat yargı bildiren fiil ve yüklemleri eylem olarak kurguluyor (‘öyle olduğunu düşünüyorum’ ya da ‘sevdiğimi düşünüyorum’), eylem bildiren fiil ve yüklemler Türkçe’de giderek kullanılmaz hale geldi, kullanılanlarda da özne işaretleyicisi nadiren eşlik etmeye başladı.
3. Kendini işaretleyebilmek için konuşulanı araç olarak kullanıyor sözgelimi sahte ya da yetersiz diplomalı psikologlar meselesinde kendisinin ne düşündüğünü anlatıyor ama durumun kendisini konuşmuyor. Ya da şöyle söyleyebilirim: Türkçe konuşmalarda özneler genelde, doğrudan anlam kuruculuğu üstlenmiyor, son dönemlerde de konuşulanı kendini işaretlemekte kullanıyor.
4. Göklem Tekdemir’in araştırmasında (2007) Türkçe konuşanların işte, sokakta ve evde karşılıklı konuşmalarında sıra alış takibi yani karşılıklı bir anlam inşasına girmediklerini bir anlamda paralel konuşmalar yaptıklarından bahseder. Dolayısıyla konuşmalarımıda birbirimizin söylediklerine eklemlenerek bir anlam inşasına girişmek pek yok. Bu anlamda konuşulan ile konuşanın kendisi arasında sürekli inşa edilen ve itina ile korunan bağlantısızlık var.
Benzer bir durum da yine Kürt meselesinin nasıl konuşulduğuna dair araştırmamda gözlemiştim. Tüm konuşanlar mesele hakkındaki görüşlerini bir seyirci koltuğundan anlatır gibiydiler meselenin kendisini işaret ederek kendileri ile mesele arasına mesafe koyuyorlardı. Mesele sahnede sergilenendi kendileri sahne dışında koltukta oturan seyirciydi. 
Kullandığım söylem analizi yaklaşımının  önemli iki analitik versiyonuyla bu noktaya kadar gelebildim. Analizlerimin büyük bir kısmı konuşmaların ayrıntılı bir tasviri gibi.  Ama bu konuşma etkileşimleri sırasında olup biten eylemi ve anlam inşasını açımlamanın ötesine geçebilmem lazım, çünkü birtakım sorularım var sözgelimi bu bağlantısızlık inşası ile Türkçe konuşanların ne yapmaya çalıştıklarını görebilmem lazım. Bunu görebilmem lazım.
Şimdiye kadar çalıştığım söylem analizi versiyonları bu sorumu güç ilişkilerinin hegemonik söylemleri içinden açıklamaya çalışabilir. Sözgelimi Foucaultcu Söylem Analizi ya da Fairclough’un yaklaşımı açısından ele alınabilir (bkz.Arkonaç, 2016). Ama bu gibi analizler, kurgulanan bu bağlantısızlık ilişkisini konuşma eylemlerinde birebir işaretlemekte yetersiz kalacaktır. Açıklama düzeyleri daha makro düzeyde kalacaktır. Gündelik etkileşimdeki mikro analizlere imkan vermeyecektir. 
Konuşulanla konuşanın arasında inşa edilen bağlantısızlık ya da aradaki emniyetli mesafeler, öznenin konuşma esnasında işaretleyici düzeninde onu tehdit edenle ya da korkutanla başa çıkma taktiği gibi görünüyor. Bu noktada onu korkutan hegemonik söylemlerin ne olduğu, bu söylemlerin nasıl hareket ettiği, meseleye pek açıklık getirmeyecektir. Çünkü mesele bu hegemonik söylemlerin tehdit ediciliği karşısında bu öznenin stratejik tavrının ne olduğunu anlamaktır. Bu hegemonik tehdit ediciliğe karşı değişik pozisyonlara girme stratejileri kullanarak kendini korumaya çalışmaktadır.  Bu stratejik tavrını konuşmanın işaretleyici düzeninde tekrar tekrar nasıl ürettiğini anlamaya çalışıyorum. 
Bu mesele ile bağlantılı bir diğer önemli mesele de şudur; artık özne etkileşim ortamında sürekli kendini işaretleyerek var olma amacıyla konuşmakta, ama işaretlediği bu benliğin ahlakî ya da eylemsel sorumluluğunu reddetmektedir. Nitekim Latif Karagöz’le olan çalışmada da gördüğümüz üzere (2013) ahlaki pozisyon alışları sürekli diğerinin pozisyonuna göre kaymaktadır.
Bütün bunlar günümüzün Türkçesinde yaygın bir işaretleyici düzen  inşası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada sorularıma bir cevap arama zemini olarak karşıma bir başka söylem analizi versiyonu çıktı. Parker 2005 deki makalesinde, Lacancı teorinin söylem analizine olabilecek katkılarından bahseder. Burada Parker’ın Lacan’ın klinik görüşlerinden bahsetmediğini özellikle vurgulamak isterim. Lacancı teorinin, eleştirel bilgi ve buna oturan söylem analizinin esas önermelerine nasıl çok yakın düştüğünü anlatmaktadır. 
Lacan insanoğlunun yaklaşık iki yaşından itibaren gerçek sahici olandan koptuğunu gerçek sahici olanı artık sadece dil vasıtasıyla anlamaya ve hakkında konuşmaya başladığını bundan sonrada buna mahkum olduğunu öne sürer (Sarup,2010). Kısacası doğadan geri dönmemecesine kopmuş ve sembolik dünyaya dahil olmuştur. Bedenini, bilinç dışını, hayallerini, imgelerini ve gerçeklerini konuşulan dilin kendisi kurar (Parker, 2005).Bu dil insanın kendisidir, Lacan için bedenin kendisidir bilinçdışının kendisidir. Söylemciler için de insanın kendini var etme alanıdır, anlamlı geleni kurgulama, yaptırımlar koyma kaldırma alanıdır. Kısacası eylem alanıdır. Lacan’ın düşünmekten anladığı dilin içinde işleyen birşeylerdir dolayısıyla benlik, tıpkı düşünme gibi kişisel ve ve bireysel birşey olmaktan ziyade sosyal ve kamusal bir faaliyettir. kamusal alanda konuşma etkileşiminde bir inşadır. Şimdi bu iddialar biz söylem analizi ile çalışanlar için çok anlamlar ifade eder (Parker, 2005) Benim sorularımı da daha öteye taşıyabileceği düşüncesindeyim.
Lacancı söylem analizi metindeki işaretleyicilerin yani öznelerin düzenini çalışır. Bu işaretleyici öznenin kendisidir ve her işaretleyici bir başka özne için değil her işaretleyici bir diğer işaretleyici için ordadır. Lacancı söylem analizinde metnin gerçek anlamının ne olduğunu ifade eden temaları toparlayan ifadelere ya da metnin akışı içinde meydana gelenlerden sorumlu repertuarlara ya da söylemlere ulaşmak gibi bir çaba yoktur. Lacancı analist daha da indirgenemeyecek anlam taşımayan ögeleri ortaya çıkarmaya çalışır, aynen söylem analizindeki varyasyonları bulmak, farklı anlam kalıplarını bulmak gibi. Lacancı söylem analizi konuşma boyunca çok da anlam taşımayan işaretleyiciler arar ve bu anlamsız ögelerin metnin içinde oynadığı rolleri ya da metnin akışını engelleme tarzını çalışır.Bu noktada beni heyecanlandıran özellikle iletişim döngüsünde sürekli dışarıya itilen dolayısıyla döngünün altına kayıp giden işaretleyicileri çalışabilme imkanıdır. Yukarılarda ifade ettiklerimi, Türkçe konuşmalarda öznenin ortadan kaldırılması ya da belli bir kalıp halinde pozisyon değiştirmesi, sürekli belli bağlamlarda belli zamir kaymalarını yapması, veya otorite ile arasına mesafe koyarak ötekini işaretlemesi, kendini konuşulan üzerinden var etmesi gibi işaretleyicileri bu analizle çalışabilmem mümkün gibi görünüyor.
Lacan metindeki işaretleme sisteminin kumaşını kapitone noktalarının tuttuğunu idda eder. Bunu tıpkı koltukların kumaşlarını tahta iskelete zapteden çiviler gibi düşünmeniz de mümkün. Şimdi işaretlemeleri bir kumaş gibi düşündüğünüzde o kumaşı zapteden bir takım düğmeler, çiviler var. Belirli işaretleyiciler ya da onların metaforik yedeklerinin tekrarı, bizi bu kapitone noktalarının varlığından haberdar edecektir. Yani işaretleyici kendini o zaptetme noktasına/çivisine kadar kendini işaretleyebilecektir ondan sonrası bastırma süreci ile dilin altına kayacaktır.
hemen bu noktada aklıma gelen; karşılıklı anlam kurgulamamalar, ama en bariz olanı hem şimdi içinde yaşadıklarımız, hem de seneler önce Çağatay Çoker’in Hırant Dink’in öldürülmesi üzerine yaptığı mülakatlarda (2007) katılımcıların gelip gelip tıkandıkları ve benzer cümlecikleri kullanmaya başlamaları. Katılımcıların konuşmada sürekli kullandıkları, ‘peki bu durumda ne düşünüyorsunuz’ sorusuna karşılık ‘iç düşmanlar’, ‘vatanın bölünmezliği’ gibi cümleler sonrasında konuşmada temanın sona erdiriliyordu. Buna benzer cümlecikleri gündelik konuşmalarda halen görmeye devam ediyoruz en anlam ögesi ile hareket eden, konuşmadaki temayı ileriye taşımayan bu işaretleyicileri diğer söylem analizi yaklaşımlarıyla ele almak mümkün gözükmüyor. Ama Lacancı söylem analizi bu tıkanma noktalarını ya da bir başka ifade ile bastırma süreçlerini analiz etmede kolaylıklar sağlayacak gibi görünüyor. 
Bu cümleciklerin, ‘vatan bölünmez’ ‘iç düşmanlar’ vs argüman taşımadığını da görüyoruz, içleri her sloganvari düşünce gibi içi boş. Bu tekrar edişin kırıldığı noktalar, egemen işaretleyici olarak iş gören belli işaretleyicileri açığa çıkartabilir.
Lacancı söylem analizi ile ilgili burada derinlemesine tanımlamalarda ve açıklamalarda bulunacak kadar kendimi yetkin addetmiyorum bu sebeple sadece yukarıda sorduğum sorularıma açıklama getirebilecek çağrışımlarımdan bahsederek konuşmamı bitireceğim. Teşekkür ederim.

Kaynakça
Arkonaç,S. (2010). Gündelik Türkçe Konuşmalarda Bireyin Stratejik Özne Konumlanışı Ya Da Eylemine Göre Konumlanışı: Sıradan Episodlara Dayalı Bir Analiz Psikoloji Çalışmaları Dergisi,30; 21-32. http://www.iudergi.com /index.php/ psikoloji
Arkonaç, S. (2016) Psikolojide Söz ve Anlam Analizi:Niteliksel Duruş  Hiperlink yayınları Istanbul
Arkonaç,S. Tekdemir-Turtdaş,G. Ve Çoker,Ç. (2012). “Kürt sorununu” açıklamada kişisel duruş inşası ve mesafe alışlar. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Kış 2012 cilt:11 sayı:39 (251-261) http://www.esosder.org/dergi/39251-261.pdf
Arkonaç,S. ve Aygül, Z. (2016) ‘Bence’ ve ‘Bana Göre’ derken İnşa Edilen Kendilikler ve İcraatları. Söylem Araştırmaları. Hiperlink Istanbul.
sibelarkonac.blogspot.com.tr/search?updated-min=2015-01-01T00:00:00-08:00&updated-max=2016-01-01T00:00:00-08:00&max-results=10
Aygül,Z. ve Arkonaç,S. (2014) “Eskişehir’de yaşayan bir grup erkeğin erkek olmaya dair açıklamalarında kullandıkları dilsel kaynaklar” Psikoloji Çalışmaları Dergisi,33; 31-48 http://www.journals.istanbul.edu.tr/iupcd/article/view/5000033581
Çağatay Çoker (2007) Bir Sosyal Fenomenin Değerlendirilmesi Üniversite Öğrencilerinin Kullandıkları Söylemler. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 
Gürhanel,M. ve Arkonaç,S. (2014) “Geylerin öteki inşası “Kadınsılık” Psikoloji Çalışmaları Dergisi,33; 1-14 http://www.journals.istanbul.edu.tr /iupcd/article/view/ 5000033579
Karagöz,L (2013). Gündelik Konuşmalarda Ahlakın Anlamlandırılması. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Parker,I. (2005). Lacanian Discourse Analysis in Psychology: Seven Theoretical Elements. Theory and Psychology. Vol:15 (2) pp:163-182 
Sarup,M. (2010) Postyapısalcılık ve Postmodernizm: Eleştirel bir Giriş. KırkGece yayınları İstanbul
Tekdemir,G.,Arkonaç,S.A.,Çoker,Ç. (2006).Konumlandırma Teorisi: Türkçe Yapılan Konuşmalarda Seyreden Konumlanışlar.14.Ulusal Psikoloji Kongresi 6-8 Eylül 2006 Ankara, Serbest Bildiri
Tekdemir, G. (2007) Türkçe konuşmalardaki sıra alışlarda onarım mekanizmaları. Doktora Tezi İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. 
Wetherell, M. (1998). Positioning and interpretative repertories: conversation analysis and post-structuralism in dialogue. Dis- course and Society, vol.9, s/387-412. Çevirisi için bkz: http://si- belarkonac.blogspot.com.tr/2014/09/m.html