30 Eylül 2014 Salı

SÖYLEM ARAŞTIRMASINDA ANA KONULAR: 
DIANA VAKASI


Margaret Wetherell

M.Wetherell (2001). Themes in Discourse Research:The Case of Diana. M. Wetherell; S.Taylor; Yates,S.(ed, kitap) Discourse Theory and Practice:A Reader, s/14-28, London: Sage Publication.

Çeviren:Sibel Arkonaç


Bu okumada söylem araştırmasının bazı ana konularını ve meselelerini sunmak üzere bir kısım veriye odaklanacağım. İncelemek üzere seçtiğim materyal tarihle ilgili. Britanya toplumu için oldukça önemli ulusal bir metin olmakla birlikte, aynı zamanda ilginç biçimde şahsa özel ve itiraf edici yönü de olan bir metin. Prenses Diana’nın 1995’de Panorama’da gösterilen – bir Britanya haber-belgesel televizyon programı- Martin Bashir (çv:Beşir) ile mülakatından alıntılara bakacağım.
Panorama mülakatında çarpıcı olan şey, Britanya Kraliyetinin dış görünümüyle ilgili kuralları ihlal etmiş olmasıdır. Bu mülakat Diana’nın özel hayatını açığa vuran bir mülakattı. Britanya Kraliyet Ailesi için özel ile kamusal alan arasındaki olağan sınırları yeniden biçimlendirdi, mülakatta ‘bugün dünyada popüler kültürün belki de en güçlü imajı’ ve ‘modern şöhret kültünün örnek vakası’ açık açık konuşuyordu (Paglia,1992,s/23). Diana hikayeyi içerden anlatıyor gibiydi. Program dünyada yüz milyonlar tarafından seyredildi ve bu ulusal büyülenme Diana 1997’de öldüğünde tutulan yasın büyüklüğüyle doğrulandı.
Bu okumanın Diana’nın sözlerine odaklanmakla birlikte, Diana fenomeni hakkında olmadığını vurgulamam gerekir. Panorama mülakatı hakkında bazı hususlara değinmek isteyecek olan söylem analistleri, Diana’nın halk içindeki saplantılı temsiline takılıp kalmaktadır. Ama ben esas olarak mülakatın bize genelinde konuşmaya, kimlik inşasına, dile, dilin nasıl çalıştığına, sosyal etkileşimdeki düzenine ve biçimlendirme kaynaklarına dair neler söylediği ile ilgileneceğim. 

Sosyal eylem olarak söylem

Mülakattan alınan bu ilk yazı döküm parçasını dikkatle inceleyin. Parantez içindeki sayıların duruşlara ve duruşların saniye olarak uzunluğu verdiğine, (.)’nın ise sayılamayacak kadar az bir duruşu işaretlediğine, .hhh’ın ise işitilebilir bir iç çekişi gösterdiğine dikkat edin.

1.Alıntı

Bashir bu ilk dönemde mutlu bir evliliğiniz olduğunu söyleyebilir misiniz
Diana hem de çok (1) ama (.)üzerimizdeki ee çift olarak her ikimizin (.) üzerindeki – baskı medyayla birlikte bir fenomendi (1) ve çok fazla insan yanlış anladı(1) Avustralya turunu yapıyorduk sözgelimi .hh(2) ve (.)- bütün duyabildiğiniz oo (.) onun(Diana) diğer tarafta durduğuydu (1) şimdi eğer benim kocam gibi gururlu (.) bir adamsanız (1) bunu dört hafta boyunca her gün işitseydiniz rahatsız olurdunuz (.) mutlu hissetmek ve mutluluğu paylaşmak yerine y-ani sıkıntı hissedersiniz.
Bashir Diğer tarafta derken ne demek istediniz
Diana Yani bana el sallamak (.) ya da dokunmak (.)için sağ tarafta değillerdi (1) ehm
Bashir yani o zaman bile kocanızdan ziyade sizi tercih ettiklerini gösteriyorlardı
Diana evet(.) ki bundan çok rahatsızlık duydum ve haksızlık (.)olduğunu hissettim çünkü bunu paylaşmak (.) istemiştim
Bashir ama özellikle medyanın ilgisiyle gururunuz okşanmış mıydı
Diana hayır pek de değil çünkü medyanın ilgisiyle (.)bir sürü kıskançlık çıktı (1) bu yüzden büyük ölçü(.)de (2) hhh çapraşık haller ortaya çıktı

(Yazıdökümü parçası Abell ve Stoke, 1999 s/312 alınmıştır)

Bu alıntı, olaylar hakkında oldukça karmaşık bir açıklamayı kapsamaktadır. Diana kendini paylaşımcı bir insan olarak tasvir etmektedir. Prens Charles’ı karısının çektiği dikkatten dolayı kendini kötü hisseden gururlu bir adam olarak tarif etmektedir. Evliliği hakkında konuşmaktadır. Başlangıçta mutlu bir evliliktir ama medya baskısıyla bozulmuştur. Diana’nın açıklaması kendini ve Prens Charles’ı tanıtırken birtakım işler yapmaktadır. Kelimeleri sadece bir açıklama olmaktan daha fazla bir şey, aynı zamanda bir sosyal eylem biçimi olarak görmek mümkün. Bu sosyal eylem olarak söylem kavramı merkezî bir kavramdır, bu kavramın üç yönünü biraz ayrıntılı gözden geçirmek istiyorum.

Söylem inşa edicidir 
Diana’nın cümleciklerine önce bir tanımlama biçimi olarak odaklanacağız. Dünyadaki bazı olayları ve insanların bunlara tepkisini tanımlamaktadır. Sosyal bilimciler bu tür tanımlamalarla her zaman uğraşır. Bunlar temel verilerdir. Ama bu verilerle ne yapıyoruz? Bir yönüyle cevap, yeterlilik ve doğruluk hakkında hükümlere gitmektir. Bu nesnel bir veri midir? Diana nasıl olduğunu mu anlatmaktadır? Gerçekten ne olduğu hakkında başka malumat kaynakları ister miydik? Sosyal bilim, insanların konuşmalarının güvenirliliği hakkındaki bu tür kararlarla yapılmaktadır. Ama buradan devam etmeden önce bir durup doğru ya da yanlış (geçerli ya da geçersiz) tarifler üstündeki ısrarın, dünya hakkında dil hakkında ne varsaydığını düşünmeye değer. Söylem hakkında ne demektedir çalışma tarzı hakkında ne demektedir?
Sanırım iki şey varsaymaktadır. Birincisi dilin bir resim gibi çalıştığını varsaymaktadır (bakınız Üçüncü Okuma). Dünyayı, insanların düşüncelerini ve fikirlerini temsil etmektedir. Bu ifade güvenilir olabilir yok eğer insanlar kötü niyetli ya da yalancıysa bu ifade güvenilmez ve yanıltıcıdır. Bununla birlikte dilin temel işlevi ifade ediciliğidir. Bununla ilişkili olarak ikinci varsayım dünyanın, dilin ve insanların ayrı ayrı varlıklar olduğudur. Dilin resmedici ve ifade edici durumu, dünya ile insanlar arasında aracıdır. Ama dilin kendisi dünyadan çıkartılır. Hiçbir şey eklemez sadece basit bir şekilde insandan insana dünyanın doğasını, insanların izlenimlerini, düşüncelerini ve fikirlerini taşır. Bu anlamda dil insanların nötr hizmetçisidir.
Birlikte bu iki varsayım dilin çoğu zaman şeffaf bir araç gibi çalıştığını iddia eder. Dilin; olayların gerçek doğasına ulaşmanın, insanların gerçek yaşantılarına, dinleyenlere anlatırken nelerin olup bittiği hakkında kendi görüşlerine ulaşmanın bir aracı olduğunu varsayar. Eğer durum buysa sosyal bilimcilerin dille ilgilenmelerine pek gerek yoktur. Neden ilgilensinler ki? İlginç olan neyin olup bittiği ve insanların şeyler hakkında ne düşündüğüdür ve dil bunları incelemenin aracıdır.
Sosyal eylem olarak söylem kavramı bütün bu varsayımları sorgular. Söylem araştırmacıları dilin inşa ediciliğini merkezî noktaya koyar. Sosyal hayatın kurucusudur. Söylem nesneleri, dünyaları, zihinleri ve sosyal ilişkileri inşa eder. Onları yansıtmaz. Bu tam olarak ne anlama geliyor?
Kelimeler dünya hakkındadır ama dünyayı temsil ettikleri gibi dünyaya şekil de verirler. İnsanlar için mesele nedir, gerçek nedir, dünya nedir bunlar ancak insanın anlam yaratmasıyla ortaya çıkar. Diana ve diğerleri, bu mülakatta ve diğer birçok ortamda konuştukça bir dünya formülasyonu var olmaya başlar. Tasvir edilen dünya o anda var olmaya başlar. En önemlisi, medya baskısı altında burulan Diana’nın mutlu evliliği hakkında Panoramadaki mülakatta ve başka yerlerde inşa edilen sosyal gerçeklik, söylem olarak ortaya çıkmadan önce yoktu. Tıpkı bunun gibi sözgelimi garip, zıt ya da sapkın(deviant) bir davranışın insan toplumlarında her zaman olduğunu söylerken, belli bir anlam yaratma kalıbı ve söylemi bunu alır ve sözgelimi, ‘şizofreniye’, yada ‘büyücülüğe’ veya ‘ergen suçluluğuna’ dönüştürür. Bunlar diğer toplumlara tamamıyla yabancı olabilecek sınıflamalardır. ‘Şizofreni’ kavramımız bir kere olup yaygın şekilde devam ettikçe (yani büyücülük denmedikçe), olayları bir başka alternatifle inşa etmek güçleşir. Gerçekten tam da ‘sapkın(deviant)’ terimi, sosyal bilimlerin bilgi biçimine dayanmaktadır.
Açıklamalar ve söylemler, ulaşılabilir ve yaygın olarak paylaşılır hale girdikçe dikkate alınması gereken sosyal gerçeklikler haline gelirler; gelecek olaylarda istenen sonucu çıkartmaya başlarlar. Bir açıklama söylem pazarına dağıtıma sokulması, değiş tokuş edilmesi, bastırılması, marjinalize edilmesi için girer ya da belki de diğer muhtemel açıklamalara hükmetmek üzere girer bu suretle de ‘kesinlikle doğru’ etiketi alır. Söylem araştırmasında açıklamaların doğruluğu ya da yanlışlığı kararı genellikle ertelenir. Söylem analistleri ‘gerçekten ne olduğunu’ çalışmaktan çok inşa sürecinin kendisiyle, ‘doğruların’ nasıl ortaya çıktığıyla, sosyal gerçekliklerin ve kimliklerin nasıl inşa edildiğiyle, bunların sonuçlarının neler olduğuyla ilgilenir. Dolayısıyla ‘söyleme dönüş’ten kastedilen postmodernizmin, daha geniş kültürel ve entelektüel kayışını yansıtan bu epistemolojik duruştur. 
Öyleyse kavramın bu birinci yönü, söylemin bir sosyal eylem olduğu iddiası, dilin  ‘hiçbir şey yapmayan alan’ (Edwards, 1997) olduğu görüşünün bir reddiyesidir. ‘Hiçbir şey yapmayan alan’  kavramı üzerinde biraz daha durmaya değer. Dile basitçe, insanlarla dünya arasındaki aracı gözüyle baktığınızda dil, ‘hiçbir şey yapmayan alan’ gibi görülme eğilimindedir. Eğer dilin nasıl işlediğine dair kavramlarımıza dilin bir resmetme olduğu benzetmesi hükümran ise dil yine sosyal hayatın etkin bir kuralı olmaktan çok edilgen bir kuralı olarak görülür. Bunun alternatifi görüş, metinlerin (yazıya dökülmüş görüşmeler gibi) kimyasal tepkimeler ya da bir yörüngede hareket eden elektronlar gibi doğal süreçlerin bir parçası olmadığıdır. Metinler şeyler yaratacak şekilde, ve sosyal dünyaları varlık haline sokacak şekilde, inşa edilen karmaşık kültürel ve psikolojik ürünlerdir.

Söylem iş yapar
Şayet söylem hiçbir şey değil bir şeyler yapıyor ise ne gibi şeyler yapılmaktadır? Diana’nın 1. Alıntıdaki açıklamasının, tıpkı bütün açıklamaları gibi sosyal gerçekliğin bir versiyonunu inşa ettiğini görebiliriz. Konuştuğumuzda kendimizi ve olayları niteleyecek çoklu ihtimallere açığızdır. Diana’nın aslında yukarıdaki mülakatta Bashir’in ilk sorusunu cevaplamasının çeşitli yolları vardır. Herhangi bir açıklama alternatif bir açıklamalar yelpazesiyle yarışır, bu alternatiflerden bazıları bu mülakatta ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla söylem analisti için ilgi çekici soru, neden bu versiyon ya da bu cümlecik olduğudur. (bu versiyon ya da bu cümlecik ) Ne yapmaktadır? Burada ve şimdi bu neyin üstesinden gelmektedir? Bize söylenmeye elverir olanı etkileyen ya da işitilebilir olanı etkileyen yaygın söylem hakkında ya da ifade siyaseti hakkında neler söylemektedir?
Dilin bu hususiyeti –yani çoklu versiyonlara izin verişi- argümantatif ve retoriksel bir bağlam yaratır (Billig, 1991). Retorik kavramı politik nutukların eski dönemlerdeki incelemelerinden gelmektedir ama önemli bir modern tınıya sahiptir. Söylemin çoğu kez işlevsel olduğunu öne sürer (Potter ve Wetherell, 1987). Söylem kalpleri ve akılları kazanacak, ikna edecek tarzda düzenlenir. Retorik çalışması kısmen bu ikna edicilik işinin ve neticesindeki söylem düzeninin incelenmesidir. Bu inceleme sık sık söylenenin söylenmeyenle ilişkili üretildiğini, işitildiğini, okunduğunu ortaya serer. Söylem düzenlenmiş bir faaliyettir. İş yapar.
Yukarıdaki görüşme alıntısını kapsayan söylemsel işin bir kısmı üzerinde daha ayrıntılı düşünelim (bkz: Abell ve Stokoe, 1999; Bull, 1997; Kurzon, 1996). Bull’un işaret ettiği gibi Diana’nın bu mülakattaki cevaplarının çoğu kaçamaktır, eleştiriler fazlasıyla gizil yapılmaktadır. Abell ve Stokoe bunu daha da açar. 1.Alıntıda, Charles’ın belirsiz bir kıskançlığa dayandırılarak gururlu olduğu inşasının dikkatli bir şekilde düzenlendiğine işaret ederler. Eleştiri retoriksel olarak çoğu zaman meselenin sadece ne olduğunu tarif eden, tarafsız ve nötr bir kaynaktan ya da aksine eleştirilen kişi hakkında olumlu olan bir kaynaktan geliyor gibi gözüktüğünde, çok etkili olur. Diana kendisini, kocasını anlayan olarak inşa etmektedir: kocası iyi niteliklere haizdir (gururludur) ve çoğu erkeğin yapabileceği şeyi yapmaktadır. Ama bu aynı nitelikler, ‘paylaşmanın’ aksine sorgulanabilir hale gelmektedir. Benzer şekilde, alıntının son satırlarında Diana’nın formulasyonu Prens Charles’ın kıskançlığını açıkça iddia etmekten kaçınmaktadır, kimin kıskanç olduğu belirsizdir ama genel bağlam bunun Prens Charles olarak işitilmesine izin vermektedir.
Öyleyse, söylem emektir; faal bir inşadır. Bu kural sadece milyonların önünde kelimelerini dikkatlice seçen Diana’ya mahsus değildir. Cümlecikler genelde bir bağlam için, önceki cümlecikle diyalog için, ya da böyle bir diyaloğa cevap için düzenlenir ve diğer muhtemel versiyonlara yönelir. Daha sonra bu sürecin ne derece maksatlı olduğunu, konuşmacının kontrol derecesini ele almamız gerekecek.

Anlamın ortak-üretimi
Söylemin sosyal bir eylem olmasının üçüncü anlamı, anlam kaynaklarına dayanır. Anlam karmaşık sosyal ve tarihsel süreçlerden ortaya çıkar (bakınız 2.Okuma). Normatif ve gelenekseldir. Prens Charles’ın gururlu bir adam olduğunu söylemenin neyi işaretlediğine dair bir fikrimiz var çünkü ‘gururlu’ adam’ çağrışımlarının ne olduğu üzerinde anlaşmış bir kültürün ve söz söyleyen bir cemaatin üyesiyiz. Anlamlandırmak için bunları çeker kullanırız. Anlam aynı zamanda ilişkiseldir. Gurur diğer terimlerin, mütevazı, kibirli, alçak gönüllü v.b.g zıt terimlerin varlığı sebebiyle gururu işaretler. Söylem, kültürün anlam deposuna sürekli ekleme yapar, genişletir ve dönüştürür.
Anlam sadece en küresel depo ve sözlük anlamında sosyal değildir aynı zamanda oldukça yerel anlamda sosyaldir. Cümlecikler işaretleyicidir. Anlamları kullanıldıkları bağlamlara bağlıdır. Bu sebeple Diana’nın bizim için kaçınılmaz surette Charles’ı gururlu bir adam olarak tarif edişi yukarıdaki alıntıya dayalı mevcut bağlamdır. Alıntının sonunda ‘gururlu adam’ için önce neyin geldiği ve bunu neyin takip ettiğiyle renklendirilmiş, oldukça özelleşmiş bir değerlendirme ve referans çerçevemiz bulunmaktadır.
Anlamın ortak bir üretim olmasının daha öte bir anlamı daha vardır. Kültürün bir üretimidir ama ayrıca da katılımcıların herhangi bir etkileşimde bağlandıkları ortak bir üretimdir. Bu konuşma nedeniyle malum bir şeydir ama yazma için de durum aynıdır. Yazma birine hitap eder, yazma ve okuma (açıklama) birlikte o an için tabii her zaman diğer okumalara açık bir metin meydana getirir dolayısıyla bir yazı parçası başka potansiyel metinler haline gelebilir. Söylemin üretiminde insanları, anlamları paylaşılan sosyal olaylar üretmekte işbirliği içinde görmekteyiz (Garfinkel, 1967, bakınız 4.Okuma). Sosyal hayat bu koordineli eylem ihtimaline bağlıdır. Sözgelimi, Martin Bashir’in yukarıdaki alıntıdaki rolünü düşünün. İkisi birlikte (görüşmeci ile görüşülen) ve de gizlenmiş televizyon kurumu, bu konuşmanın uygun olduğu ve iletişim halinde işleyen bir bağlam yaratmaktadır.

Söylemsel uygulamalar (pratikler)
Söylemin sosyal bir eylem olduğu iddiasının arkasındaki düşünceyi kısmen görmüş olduk. Bu sosyal eylemde düzeni ve kalıbı açıklayan nedir? Düzenleyicinin bir kaynağı insanların tavırlarını topluca intizama sokan söylemsel uygulamalardır. Yukarıdaki alıntıya bir kere daha bakın. Bu kısa söylem parçası bile bu uygulamaların karmaşık birçok katmanını meydana çıkarmaktadır. Goffman’ın(1983 bakınız 4. Okuma)  kavram kullanımında geliştirdiği etkileşim düzeni gibi bir şeyin olduğunu göstermektedir. Bir başka ifade ile konuşmada, insanlara yol gösteren ve söylemi düzenleyen- uygulamaları –  şeyleri yapmanın düzenli yolları vardır.
Sözgelimi yukarıdaki alıntının belirgin özelliklerinden biri haber ya da belgesel mülakatlarında bilinen söylem tarzına uymasıdır - diğer söylem tarzları dedikodu ya da küçük bir çocukla konuşma veya bir ders yahut bir mahkemede şahitlik olabilirdi. Etkileşimi inceleyen sosyolingüistler, insanların etkileşimde ne türden bir dilsel olay olduğuna ve burada nasıl davranmaları gerektiğine karar verirken bir bağlama uygun yerleştirme ipuçları yayılımı kullandıklarını öne sürerler (Gumperz, 1982). Gumperz’e göre bağlama uygun yerleştirme ipuçları, insanların konuşmanın ve diğer söz değiş tokuşlarının nasıl gelişmesi gerektiği hakkındaki beklentilerine, uygun konuşma tarzları hakkındaki beklentilerine, konuşmaya dâhil olanlar arası ilişkiler hakkındaki ve de bu kişilerin konuşma hakları hakkındaki beklentilerine rehberlik eder.
 Haber mülakatlarındaki görüşmecilerin bu türden konuşma olayını yada söylem tarzını kuran, yaptıkları işi nötr ve profesyonel olmakla ve sorularını kendileri adına değil tesadüfen duymuş dinleyiciler olan ‘insanlar’ için sormakla ilişkilendiren, belirli bir malzeme takımı vardır (Heritage ve Greatbatch, 1991). Bu sebeple Bashir, sözgelimi, Diana’nın yorumlarına bir arkadaşın verebileceği türden bir tepki vermez ya da değerlendirmez; kendi ilişkileri ya da problemleri hakkında konuşmaz. Konuşma başlıklarının akışını kontrol eder, konuşma Diana ile normatif bir mülakat çerçevesi içinde konuşma sırası devrederek, kısmen de cevap vererek, ilerler.
Konuşmayı ya da etkileşim düzenini oluşturan uygulamalar oldukça ince ayar olabilir. Panorama gibi belgesel programlarda sözgelimi görüşmeciler, tarafgir oldukları, yeteri kadar objektif ya da tarafsız olamadıkları suçlamalarına karşı özellikle hassas olmalıdır. Clayman’ın (1992) gösterdiği gibi mülakatçıların bunu yapma yollarından biri uygun ve kışkırtıcı sorularını temellendirmelerini (footing) ayarlayarak sormalarıdır. ‘Temellendirme, temel kurma’ terimi yine Goffman’dan gelmektedir (bakınız 8. Okuma), insanların konuştuklarında ya söylediklerinin yazarı olarak, (kişinin laflarının) vekili olarak yada laflarının canlandırıcısı-animatörü olarak konuştukları kavramdır. Çoğu zaman bu üç pozisyon, Diana’nın medyanın kendisi için tercih ettiği yoruma verdiği cevaptaki gibi rastlaşır.

2.Alıntı
Diana ki bundan çok rahatsızlık duydum ve haksızlık (.)olduğunu hissettim çünkü paylaşmak (.) istemiştim

Burada Diana canlandırıcıdır (konuşan kendisidir) ve yazarıdır çünkü bunlar onun inancıdır ve ifade edilen duygularıdır ve de vekildir çünkü yazarı olduğu kelimeler tasvir edilen özne olarak kendisi hakkındadır. Bunu mülakatın diğer kısımlarında Bashir’in sorularını kurma tarzı ile karşılaştırın.

3.Alıntı
Bashir bazı gazetelerde yeni mevkiinizle baş etmede büyük ölçüde kendi başınıza bırakıldığınız öne sürüldü. Bunu yaşadığınızı hissettiniz mi?

4.Alıntı
Bashir Basın bültenlerine göre, işlerin bu sıralar zorlaşmaya başladığı gerçekten kendinizi incitmeyi çalıştığınız öne sürüldü. 

Bu örneklerdeki temellendirme daha da karmaşıktır. Bashir canlandırıcıdır ama yazarı ya da vekili olarak tarif edilebilir mi? Bu örneklerdeki temellendirmeyi ikiye ayırarak dolayısıyla da yazarlığı ‘gazetedeki’ ve ‘basın bültenindeki’ herhangi bir yere atfedilir hale sokulmasından elde edilen nedir? Clayman’nın başka gazete mülakatları üzerindeki çalışmaları, Bashir’in elde ettiğinin ve de bu tip formatla standart bir şekilde elde edilenin atıfsal mesafe olduğunu öne sürmektedir. Bir başka ifade ile Bashir potansiyel olarak hassas, tartışmalı ya da kritik olan noktayla bağlantı kurmakta ama bu bağlantıyı değerlendirici olmayan ve nötr mülakatçı mevkisiyle uzlaşmayan bir şekilde yapmaktadır. 
Bunun üzerinde daha ayrıntılı düşünmek isteyebilirsiniz. Haberlerin ya da belgesel mülakatların tarzları çoğu zaman ‘sorgulayıcı’, insanlar için doğruya ulaşan, potansiyelde düşmanca tanıklığa karşı bir görüşmeci nosyonu taşır. Ama Bashir eleştirel ya da zor sorular sorarken temellendirme ihtimallerini kullanmamaktadır. 3. ve 4. alıntılarda Bashir’in sorularını nasıl çerçevelendirdiğine ve Diana’ya ne tür kimlikler önerdiğine bir bakın. Bunların sempatik ya da anlaşılabilir kimlikler olduğunu savunabilirim: sadece kendini incitmiştir çünkü işler çok zorlaşmıştır, bunlarla başa çıkarken tek başına bırakılmıştır. Siz de söylemsel delillerin, haber mülakatlarından başka bir tarzın- belki Oprah Winfrey’in itirafçı ‘terapötik’ show tarzının – karışmakta olduğu düşüncesini akla getirdiğini öne sürebilirdiniz.
Öyleyse, genel terimlerle, etkileşim düzeni insanların budala gibi takip ettikleri katı ve değişmez kurallar takımı değildir. Aksine, söylemsel uygulamalar esnek ve yaratıcı kaynaklardır. Tarzlar bir arada karıştırılabilir ve yeni tarzlar ortaya çıkabilir. İletişim etnograflarının işlerinin bir kısmı (5.Okumaya bkz.) sosyal ortamlardaki çeşitliliği tarif etmeye çalışmaktır. Aslında bir cemaatte bulunan değişken ve dinamik söylemsel uygulamaları ya da belli konuşma olaylarını ayırt eden iletişim ekolojileri dedikleri şeyi çizelge haline getirirler (Gumperz, 1999). Gumperz’in anlattığı gibi, sözgelimi radyoda duyduğunuz bağlam dışı birkaç kelimeyi hemen bir komedi show’dan geldiğini bilmeyi mümkün kılan, ‘haberleri’ bir politikacının soruya cevabı olarak ya da ‘sokaktaki kişinin’ sesi olarak atamayı mümkün kılan işte bu ekolojiler ve kültürel bilgidir.
Daha yaygın konuşma olaylarında söylemsel uygulamaları oluşturan fenomen yayılımı geniş ve değişkendir. Sözgelimi sıra alışları kapsar – iki ya da daha fazla sayıda konuşmacı konuşma zeminini aralarında bölüştürmeyi nasıl becerebilmektedir? Sıra alış, insanların sözgelimi daveti geri çevirme, ricada bulunma, hatalarını düzeltme gibi farklı türden söylemsel faaliyetleri icra edişlerindeki sıradan yollarla da ilgilenen konuşma analistleri tarafından çalışılmıştır. Bunlar etkileşimin hünerleridir, rutin şekilde icra edilir ve son derece nüfuz edicidirler. Etnometodoloji disiplininde bunlar insanların gündelik hayatlarındaki faaliyetlerine yarayan yöntemleri olarak anlaşılır.
Bir an durup bunun insanların sahip olduğu ne tür bir bilgi ya da yöntem olduğunu düşünmeye değer. Bu insanların açıkça birleştirebildikleri bilgi midir? Ne derece kasıtlıdır? Otomatik midir yoksa bilinçsiz bir bilgi midir? Bir tarifi takip etmek gibi midir? Bisiklete binme becerisi gibi midir? Cevabı kolay verilemez. Sosyolingüistlerin incelediği bir diğer fenomeni düşünün. Bazı sosyolingüistler cinsiyet rolü ağızı (genderlect) gibi bir şeyin olduğunu öne sürmektedir. Bir başka ifade ile cinsiyetle bağlantılı ayırt edici konuşma tarzları ve etkileşim biçimleri vardır. ‘Bir erkek gibi konuşmak’ gibi bir şey vardır. Bu gibi cinsiyet rolü ağızlarının varlığı ve de açıklaması belli bir açıklığa kavuştukça (Kitabın İkinci Okuma Kısmında) tartışmalar da alevlenmektedir. Sözgelimi, eğer kadınların erkeklerden daha fazla şekilsel zarf (sözgelimi; yani, çok, fazla) kullandıkları saptanmışsa bunun en iyi tarifi stratejik performans mı olacaktır? Sosyolingüistler aynı zamanda konuşma akışındaki aksan kayışları, tonlama kalıpları, ses kaliteleri ve de bunların farklı dinleyicilere taşıdıkları sosyal mesajlar gibi fenomenlerle de ilgilenir. Sözgelimi Diana dinleyicilerine sesinin bu özellikleriyle ait olduğu sosyal gruplara büyük ölçüde malumat aktarmakta ve dağıtmaktadır, daha da önemlisi aksan genellikle bilinçli icra edilen bir şey de değildir.
İnsanların konuşmalarında yaptıkları bazı şeyler – söylemsel uygulamalar -  olağanüstü incelikli şeylerdir. Panorama mülakatından bir diğer alıntıya bir bakın.

5.Alıntı

Bashir Arkadaşlarınızın, yakın arkadaşlarınızın Andrew Morton’la konuşmalarına izin(.)  verdiniz mi?
Diana Evet verdim Evet verdim
Bashir Neden
Diana Sınırlarımın sonunda(.)ydım (.) Umutsuz(.)dum(.) Sanırım birilerinin basket potası(.) gibi görünmekten(.) bıkmıştım çünkü ben çok güçlü biriyim(.) ve içinde yaşadığım (.) sistemin sorunlarını karmaşıklıklarını(.) biliyorum (1.0) (güler ve dudaklarını büzer)
Bashir Bunu bir kitap nasıl değiştirdi
Diana biimem(kaşlarını kaldırıp ileriye bakar) belki insanlar daha iyi anlar (.) belki farklı bir çevrede(.)aynı düzeyde acı çeken kendi başlarına(.)ayakta kalamayan (.)kendilerine güvenleri azalmış(.) bir sürü kadın vardır biimem (başını iki yana sallar)
(Potter, 1997 s/151 uyarlanmıştır)

Bu analizinde Potter yukarıda Diana’nın son sıra alışının başında ve de bitiminde beliren ‘biimem’ cümleciğine odaklanır. Bu cümlecik ağızdan kaçmış gibidir, tek bir şey ama yine de insanların yöntemleri ya da söylemsel uygulamaları hakkında bir şeyleri büyük ölçüde açıklamaktadır. Bu cümlecik neden buradadır? Ne yapmaktadır? Önceki kısımda olayların her zaman farklı şekillerde tarif edilebileceği notu düşüldüğüne göre, neden konuşmanın bu noktasında bu türden bir zihinsel hal tarifi vardır?
Potter  ‘bilmiyorum’ kullanımının diğer örnekleri için bu söylemsel verinin çeşitli kısımlarına bakarak ilerler ve ‘bilmiyorum’’un konuşmanın belirli kısımlarında beliriyor olmasını çıkar gözetme (stake innoculation) dediği şeyi yapmanın bir yolu olabileceğini öne sürer. Potter çıkar sorularının etkileşimdeki katılımcıların temel endişesi olduğunu iddia eder. İnsanlar birbirlerine çıkarları, arzuları, motivleri ve bağlılıkları olan (bir pozisyonda yada bir başkasında çıkar görülen) insan muamelesi yapar, eğer kişi olayların yetkin ve ikna edici, olgusal, menfaat gözetmeyen, tarafsız, sade, basit, süssüz, cilasız işitilmesi gereken hakikat versiyonunu isterse işte bu bir problemdir. Daha önce Diana’nın, işitilmiş olabilecek eleştiri tarzlarına karşı dolaylı eleştirilerini nasıl yaptığına işaret etmiştim. Öyleyse insanlar çıkarlarını idare etmenin yollarını geliştirmiştir, menfaati olduğu görüntüsüne karşı gözetme yolları geliştirmiştir.
Potter, Diana’nın ‘bimem’i kullanışının böyle çalıştığını öne sürmektedir. Yukarıdaki alıntıda yer alan konuşmanın konusu – Diana’nın Morton’un kitabına katılımı – onun için, sebepleri (Charles’tan öç mü almaya çalışıyordu?) medyada çok sık tartışılmış ihtilaflı bir konudur. Dahası

Prensesin konuşmasında ‘bimem’kilerin yerleştirilişi tam olarak, meselenin sivrildiği yerlerdir. Prenses için kitabın kraliyet evliliğinin ve bu evlilikteki rolü hakkında belli bir görüşü sergilemek için planlı ve stratejik bir kampanyanın parçası olduğunu kabul etmek kuvvetle muhtemel hata olurdu. ‘B’imem’ onu kitabın bu rolünden emin olmayan, belki de ilk defa üzerinde düşünen olarak sunmaktadır…..buradaki belirsizlik hem ‘bimem’ ile açık ve seçik şekilde sunulanla gayet düzgün bir uyum içindedir hem de cümleciği sanki cevabını arar gibi (ilk örnek) sonra da buna hazır yada açık bir cevabının olmadığı (ikinci örnek) zor bir soru gibi uzaklara bakarak sözel olmayan bir berraklaştırma ile gayet düzgün bir uyum içindedir. (Potter, 1997 s/157)

Böyle bir analiz söylem kavramının bir emek ya da iş olduğunu pekiştirmektedir. Aynı zamanda stratejik bir konuşmacıya işaret etmektedir. Ama yine de, durum bu mudur? Konuşmacılar bu tarz stratejik midirler? Ya da sadece doğal, aklına geleni mi yapmaktadırlar? Analiz Diana’nın hareketlerinde bir ikiyüzlülüğü de öne sürebilir. Gerçi Potter bunu kast etmemektedir. Daha doğrusu, söylemsel cemaatlerin yetkin ve zeki konuşmacıları olarak, biz hepimiz, Diana gibi, farklı faaliyetlerin üstesinden gelmekte çıkar gözetme gibi bir dizi yöntemde beceri sahibiyiz. 
Özetlersek, söylemin inşa edici olduğunu ve bir sosyal eylem biçimi olduğunu savunmuştum, dahası bir düzen ve ona bir biçim veren bir eylem şeklidir. Sosyal bilimcilerin giriştikleri söylem araştırmasında ilgilendikleri bir şey de düzenli bir şekilde söyleme dâhil olan uygulamaları ve sosyal hayatın gidişatında bu uygulamaların neticelerini aydınlatmaktır. Bu Okuma’da da gösterileceği üzere bu gibi araştırmalar, bu uygulamaların doğası hakkında, en iyi nasıl incelenebilecekleri hakkında, insan hayatını ve insan failini anlama tarzımız açısından neticeleri hakkında bir dizi mesele ve tartışma doğurmaktadır.

Ses (söz) ve konuşan özne
Söylemsel uygulamalar gördüğümüz üzere yazılı ve sözlü (konuşulan) söylemlerin biçimini; görünen özelliklerini, kelime tercihlerini ve cümlecikleri düzenler. Ama bu özellikler anlam-yapmayı idare edenlerin küçük bir alt grubudur. Burada ve sonraki kısımda söylemin içeriğindeki kalıplar ve bu kalıpların sosyolojik neticeleri ile daha yakından ilgileneceğiz.  Bu daha sonra dilin inşa edici olduğu kavramının – yani sosyal dünyayı inşa etmesinin - ayrıntılarına inmemize yardım edecek.
Önce Diana’nın Panorama mülakatında kendini ifadesindeki kalıplardan bazılarına bakmak sonra da ikinci kısma, popüler ikon olarak Diana’ya– söylemin teması olarak Diana’ya – hakkında yazılmış milyonlarca kelimeye bakmak üzere geçmek istiyorum.
Panorama mülakatının bir analizinde, Lisa Blackman(1999) Diana’nın hikâyesini anlatırken, son yıllarda kadın magazin dergilerinde tipik hale gelen acı çeken ve başa çıkmaya çalışan güçlü kadının terapötik söylem tarzını çekip kullandığını öne sürmektedir. Blackman’ın söylemle burada kast ettiği şey düzenli bir ifadeler sistemidir. Öne sürülene göre bir kültürün üyeleri olarak bizler nadiren orijinal adamlarızdır. Daha çok, kendimiz ve diğerleri hakkında kabul görmüş, beylik imajları, fikirleri ve üslupları iletişim kurmak için çekip kullanmak zorundayız. Bu üsluplar tabii ki, sürekli değişmektedir dolayısıyla 1950’lilerdeki kadın magazin dergilerinin içeriğine dair herhangi bir çalışma muhtemelen 1990’larla mukayese edildiğinde çok farklı söylemler ve ifade üslupları bulacaktır.
Panorama mülakatının şaşırtıcı yönlerinden biri mülakatın itiraf niteliği idi. Sözgelimi Diana blumiasını, kendisinin ve kocasının aldatmalarını ve kendine zarar verişini tartıştı. Ama bunları nasıl sundu? Bunları bağlama uygun yerleştirmek için hangi genel hikâyeleri kullandı? Söylem araştırmacıları sık sık insanların anlattıkları hikâye türleri üzerine odaklanır. Bu hikâyelerin biçimlendirilme tarzlarına, hikâyeleştirme üsluplarına (romantik ya da kahramansı hikâyeleştirme gibi) ve de bu hikayelerin kimlikleri ve olayları inşa ediş tarzına bakarlar (Bruner, 1990; Mishler,1995; Riessman,1993 ve Üçüncü Kısımdaki okumalara bakınız).
Blackman, Diana’nın seçtiği hikâyelerin daha önceleri kültürümüzde “delilik” denilebilecek temsillerinin tümüyle değiştiğine örnek oluşturduklarını öne sürer. Eskiden delilik belirtisi olarak tarif edilebilecek benliğe dair bakış açıları burada kişinin kendi benliği üzerinde bir çalışma fırsatı ve benlik geliştiren bir uyaran gibi sunulmuştur. Hikâyenin odağı başa çıkma ve kendini yetkilendirmedir. Öyleyse bu bir trajedi hikâyesi değildir zorlukları yenme hikâyesidir.

6.Alıntı

Bashir  ve dolayısıyla siz de kendinizi eğlence ve kusma safhasına soktunuz
Daiana ‘soktunuz’ diyebilirsiniz ama bu benim mekanizmadan kaçışımdı ve o sıra işime yaradı.
(Blackman 1999, s/114 uyarlanmış yazı dökümü)


Blackman, Diana’nın konuşmasındaki ve modern kadın magazin dergilerindeki idealin “diğerlerine yaslanmayan ya da ihtiyacı olmayan ve her şeyin üzerinde ‘kendine inanan’ otonom kadın” olduğunu tartışmaktadır (1999, s/115). Hedef, güçlü hale gelmek için kendine yeteri kadar güven kazanmak olarak sunulmaktadır. Diana kendini, kendi başına işini haleden güçlü bir kadın olarak ortaya çıkan, kurban olarak takdim etmektedir.
Bu analizde öyleyse Blackman Diana’nın konuşmasında bir kalıp tanımlamakta ve bu kalıbı kültürümüzde bulunan diğer benzeri kendini ifade yöntemleri ile ilişkilendirmektedir. Bunu daha ayrıntılı düşünmeye değer. Söylem araştırmacılarının kilit noktada iddialarından biri de (bkz.7. Okuma) dilin insanları konumlandırdığıdır – söylem özne konumları yaratır. Bu ne demektir? Konuşmak demek bir konumdan konuşmak demektir (önceki kısımdaki temellendirme tartışmasını hatırlayın).Bunun da ötesinde ‘otonom kadın’, ‘deli kadın’, ‘kırılgan kurban’ gibi kültürel olarak fark edilen konuşma kalıplarındaki konumlar ya da yerler bizi karakter olarak inşa eder ve bir psikoloji verir. Bir başka ifade ile bize kendimizi, motivlerimizi, yaşantılarımızı ve tepkilerimizi anlama yolu sağlar.
Bu çok büyük bir soruyu ortaya atar. Konuştuğumuzda konuşan kimdir? Kültürümüzün Diana yoluyla konuştuğunu yani Diana’nın canlandırma ya da kolektif ve kültürel kimlikleri seslendirdiği öne sürülebilir. Sonuç olarak, herhangi biri konuştuğunda neyin kişisel, neyin kolektif, neyin kültürel olduğunu söylemek zorlaşır. Konuşurken ya da yazarken kültürümüzün söylemlerini alırız – iletişim kurdukça kültürel ifade tarzlarının alıştırmasını yapar, ayrıntılarına iner, örneklendiririz. Diana’nın kendini ifadesini böyle tarif ederek bu tarz konuşmanın gücünü ya da etkisini küçümsemeye çalışmıyorum. Bunlardan birincisinin kültürel, ikincisinin kişisel olabileceği ya da alternatif söylemler olabileceği gerçeği, herhangi bir açıklamanın onu kullanan kadınlar için ‘işlerine yarayan bir gerçek’ olabileceği anlamına gelmez.
Buraya kadar ‘kim konuşuyor’ sorusunu görece küresel bir düzeyde ele aldık. Söylem araştırmacıları (bkz:6.Okuma) aynı zamanda bütün konuşmanın karşılıklı (diaologic) olduğunu öne sürer yani konuştuğumuz zaman diğer konuşmaların ve metinlerin ve özellikle de diğer seslerin birçok farklı parçalarını bir araya toplarız. Sık sık başkalarının sözünü tekrarlarız Bazen bu söz tekrarlama “o dedi ki…sonra adam da dedi ki…” dediğimizde işaretlenir ama insanlar diğerlerinin sözünü devraldıklarında bu tekrar ediş çoğu kez  dolaylı ve işaretsizdir. Konuşma ve yazma parçalarını bir çok farklı kaynaktan taşırız, bu konuşma parçaları eski çağrışımları beraberinde taşır ve yeni bağlamlarda kullanıldıkça yeni çağrışımlar edinir. Sözgelimi çocukların söylemi üzerine araştırmalar, eğitim ve de sosyalleşme sürecinin kısmen de olsa  öğretmen gibi başkalarının sözünü çekip çevirmeyi ve bunları içsel zihinsel diyaloga çevirip dışsal konuşmaya nakletmeyi öğrenme süreci olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta daha üst düzeylerde, bir söylem analisti olmayı öğrenme süreci, sözgelimi, gerçek anlamda bir söylem analisti gibi konuşmayı öğrenmektir.
Bu ve bunun gibi başka fikirlerin psikolojik teoriler açısından çıkarımlarıyla çalışmış söylemsel psikologlar ve konuşma analistleri (Sacks, 1992; 2. Okuma ve bkz. 3.Bölümdeki Okumalar) söylem çalışmasının hafıza, emosyon gibi psikolojik halleri inceleme üzerine radikal sonuçlara sahip olduğunu iddia eder. Diana, gördüğümüz üzere görüşmede sık sık emosyonel hallerinden bahsetti. Bu cümlecikler, onun ne hissettiğinin basit ifadeleri olarak mı görülmelidir? Söylemin bir faaliyet – bir çalışma biçimi- olduğu kavramı bunun altını oyar. Bir duygu ya da emosyon hakkında beyanda bulunmak çoğunlukla aynı zamanda retoriksel bir faaliyettir, emosyonun gösterilmesi epey etkileşimsel bir iştir. Geri dönüp düşünün sözgelimi Diana’nın 1.Alıntıdaki kendini nitelendirmesine eşlik eden neydi: ‘bunu paylaşmak istemiştim’.
Buna bir cevap belki bu türden örnekleri anormal bulup, herhangi bir ‘retoriksel gürültünün’ yani katılımcılar için herhangi bir çıkar gözetiminin olmadığı dolayısıyla içsel zihinsel hallerinin tam olarak resmedileceği, ifade edilebileceği ve tanımlanabileceği iletişim ortamlarının nasıl düzenlenebileceği üzerine düşünülebilir. Terapiye sözgelimi bu türden bir ortamı inşa etme teşebbüsü olarak bakılabilir. Belki bu ortam insanların dürüst bir şekilde açıkça konuştuğu, herhangi ilave bir söylemsel iş yapmaya çalışmadığı sadece basit bir şekilde neler hissettiğini mümkün olan en açık kelimelerle ifade ettiği bir ortamdır. Yine de terapi söylemsel geçmişten kaçabilir mi? Blackman’ın sözgelimi geçmişin farklı noktalarında zihinsel hallerin ifadeleri hakkında fikirlerini belirttiği noktaya dönmedik mi? Hepimiz o ya da bu tarz psikolojiye maruz kaldık –ve kırk sene önce kullanılmayan ama şimdi kullanılan söylemsel çerçevelerimiz var. Terapinin inşa ettiği konuşmanın türü ve ilişkili olabilecek bağlamsal ipuçları hakkında da sorabiliriz.
Buna benzer olarak hafızanın, emosyona göre, ‘saf’ psikolojik halin en iyi örneği olduğunu düşünmek de mümkün. Tabi ki hatırladıklarımız herhangi bir söylemsel çerçeveden etkilenmez, değil mi? Düşünün sözgelimi, insanların Diana’nın ölümü üzerine hatırladıklarını, bunların Diana’nın hayatı ve ölümü üzerine, toplum tepkisinin aracılığıyla çağrıştırdığı hikâye tarzlarını bir düşünün. Bu gibi durumlarda ‘kollektif hafızadan’ bahsetmek mantıklı gelir. İnsanların Diana rüyalarının koleksiyonu bile (Frances, 1998) onun kültürel ve kollektif işaretlerini gösterir. Biz ancak kültürel ve bilinen kodlarla bu olayın- en mahrem, en kişiye özel olayların bile - nasıl bir olay olduğunu biliriz.

İfade etme siyaseti
Şimdi dönüp Diana’yı bir ikon, bir söylem öznesi olarak düşünelim. Diana’nın ve hakkında yazılan binlerce kelimenin söylemsel bir mekân (Gilbert ve ark.,1999; Silverstone,1998)biçimlendirdiği söylenebilir. Diana, birbirini dürtükleyen hanedan, kadınsılık, demokrasi, aile, ahlak, şöhret, moda, özel olan/kamusal olan hakkındaki birbiri ile kapışan birçok ifadenin anlaşılmaz bir merkeziydi. Böylesi bir mekân argüman alanıdır. Bir başka benzetmeyle bu alan argümantatif bir doku ya da farklı şekillerde bir araya getirilip dokunabilecek birçok farklı ipliği bir araya taşıyan söylemsel bir kumaştır (Laclau, 1993).
‘Söylemsel mekân’ ve ‘argümantatif doku’ benzetmelerinde birçok şey dikkatimizi çeker. Birincisi, çekişme üzerindeki vurguya işaret edebiliriz.  Sosyal hayatta genellikle şeylerin nasıl anlaşılması gerektiği üzerine bir mücadele vardır, bu sebeple ifade etme siyasetinden bahsetmek mantıklı olacaktır. İkincisi burada söz konusu olan güçtür (iktidar). Söylemi inceleyen sosyal bilimciler insanların, grupların ve kurumların anlamları nasıl seferber ettikleriyle ilgilenmişlerdir (bkz. 7. Okuma).  Bazı açıklamalar nasıl egemen hale gelmiştir ve kimlerin çıkarına hizmet etmektedir? Söylem üzerindeki kontrolün hayati bir güç kaynağı olduğu kabul edilir ama aynı zamanda da bu kontrolün sınırları olduğu çünkü anlamın akışkan olduğu, elden kayıp gittiği, harekete geçirilebileceği ve egemenliğe karşı direnmek üzere yeniden çalıştırılabileceği kabul edilir.
Söylemle güç arasındaki ilişki karmaşık bir ilişkidir. Söylemin belirleyici olduğunu, insanlar için sözgelimi yeni tip ifade biçimlerinin ortaya çıkması gibi yeni kimliklerin ortaya çıktığını öne sürüyor isek o zaman söylemlerin sosyal edimcilerin amiri olduğunu söylemek ya da hizmetkârıdır demek pek kolay olmaz. Diana, kimseye muhtaç olmayan ve üstesinden gelen, başeden söylemleriyle güçlü kendi kendini yöneten bir kadın olarak mı takdim edilmektedir? güçlü özne bu anlamları kendi amaçları için mi seferber etmektedir yoksa bu söyleme maruz mu bırakılmaktadır? Bununla ‘terbiye mi edilmektedir’, bu ifade biçimini kullanarak kendisi için güçlü bir şekilde inşa edilmiş bir benliğe mi sahip olmaktadır? Kontrol kimdedir? Bu güç konusuna bu Okuyucu boyunca birkaç defa geri döneceğiz.
Son olarak, söylemsel mekân kavramı dikkati bu gibi mekânları inşa eden geniş sosyal uygulamalara çeker. Bu sebeple sosyal bilimciler ve söylem araştırmacıları gazetelerin medyanın üretim uygulamalarıyla, ekonomik ve teknolojik gelişmelerin söylemsel mekânlar inşa etme tarzlarıyla ilgilenmişlerdir. E-posta, internet ve bilgisayar aracılı iletişim değişen uygulamaların yeni türden söylemsel cemaatler inşa eden yeni mekânları nasıl ürettiğinin iyi birer örneğidirler. Diana ile ilişkili olarak daha önce Camille Paglia’nın 1992’de Diana’nın dünyanın bugün popüler kültüründeki en güçlü imaj olabileceği değerlendirmesine değinmiştim. Böylesi bir şöhret, aynı şekilde, anlam yapımının yenilikçi küreselleşmiş teknolojileriyle mümkün kılınmış yeni türden bir söylemsel mekândır.
İfade siyaseti hakkındaki bu noktaların bazılarını birazcık daha somutlaştırmak için söylemsel mekân üzerindeki yani Diana üzerindeki çekişmenin bir yönü üzerinde kısaca durmak istiyorum. Aşağıdaki iki açıklamaya bakınız. Birincisi Panorama görüşmesine cevaben Britanya gazetesi olan Daily Express’de yazan gazeteci Peter Hitchens’dan gelmektedir.

Monarşi’nin kuralları tesadüfi olmamıştır, büyük katedrallerimizden ya da kalelerimizden çok daha fazlası plansız amatörlerce yıkılmıştır. Bu kuralları düzenleyen bilge adamlar zor ve kanlı bir tecrübeyle biliyorlardı ki uzaktan idare, majesteleri ve başarının demirden kuralları istikrar ve otorite için gerekliydi. Bu aptal yüzyılın birçok evladı gibi Diana da daha iyi bildiğine inanıyor ve öyle hareket ediyor.
(Craig,1997 s/15 den alınmıştır) 

İkinci açıklama ise sadece iki kelimelik. Diana’nın ölümünden sonra Britanya Başbakanı Tony Blair’in tanımlamasıdır, ‘bu halkın prensesi’.
Hitchens’ın görüşü muhafazakar bir açıklamadır. Diana’nın görüşmede yüzyılların sıkı ağızlı ketum geleneğinden türeyen majesteleri ve monarşi otoritesine karşı duran itirafçı üslubuna karşı çok eleştireldir. Söyleminin ilginç özelliklerinden biri ‘hayali cemaatler’ inşasıdır (Anderson,1983). ‘Büyük katedrallerimiz’ den bahsetmektedir sözgelimi. Burada inşa ettiği ‘biz’ kimdir ve bu cemaatle bağdaştırılan özellikler ve nitelikler neler olabilir? Bu ‘biz’in dışında bırakılanlar kimler olabilir?
Blair tabii ki son derece farklı bir ‘hayali cemaat’ –Diana’nın ölümüne yas tutanları- inşa etmektedir ama deyişi aynı zamanda çağrışım zincirlerine yol açmaktadır. ‘Halkın’ sosyalist anlamları vardır. Belli bir söylemsel geçmişi olan deyiştir. Halka ve sıradanlığa işaret eder, Diana için inşa edilmiş alternatif ögeleri sahiplenir. Gerçekten de ölümünden beri Diana’yı kuşatan tartışmacı dokunun bir kısmı onun etkisini ve başlı başına Britanya siyasetinde halkın Diana’nın ölümüne fevkalade yas tutuşunun etkisini kapsar. Bu Britanya’nın ‘millet’ kavramlarında ve Britanya kimliğinde tümüyle bir değişme midir? Bu siyasetin kadınsılaştırılması’ nımı temsil etmektedir’? Blair kendi Yeni Emek siyasi projesi için mi Diana’ya sahip çıkmaktadır yoksa Diana’nın çok daha radikal feminist ve sosyalist çıkarımları mı vardır?(bkz Kirby, 1998;Wilson,1997 ve Special Issues of New Formations, 1999 ve Screen,1998).
Toparlarsak önceki kısımda ve bu kısımda söylemsel uygulamalar ve anlam yapma kavramımızı söylemin içeriği, yaptığı anlatımsal iş ve kültürlere toplumlara ait açıklayıcı kaynakları kapsaması için genişletmeye çalıştım. Bunlar, geçen kısımda işaret edilen uygulamalar gibi söylemde bir düzen kaynağıdır. İlaveten güç, faillik, öznelliğin doğası ve çekişme hakkında derin tartışmalar doğurur.

Sonuç
Şu ana kadar söylem çalışması ile ilgili üç tür alandan geçtik. Söylem çoğu kere (ama şart değil) etkileşimseldir, araştırmacılar sosyal etkileşimdeki düzeni ve kalıbı inceler. Söylem incelemesi aynı zamanda zihin, benlik ve anlam yapımı çalışmaları için önemli psikolojik çıkarımlara sahiptir. Son olarak bu Okuma’nın 2. 3. ve 4. Kısımlarındaki okumalar bu üç alan etrafında düzenlendi, burada kabaca açıklanan noktaları ayrıntılandırmakta ve genişletmektedir.
Şüphesiz siz okurken tartışmanın bazı problemli ve kafa karıştırıcı alanları ortaya çıktı. Söylemin farklı üslupları arasındaki gerginliklere Okuyucu’nun Sonuçlar kısmında döneceğiz. Burada, ilerde ayrıca göz önünde bulundurmak üzere tartışmanın iki ilişkili noktasına işaret etmek istiyorum. Birincisi, söylemin sınırları nelerdir? Basit bir tarif olarak söylemi konuşma, kullanımdaki dil, insanın anlam yapıcı faaliyetleri sayabiliriz. ‘Konuşma’ terimi oldukça dar sınırlar önermektedir; kullanımdaki dil terimi daha geniş iken – romanlar gazeteler gibi metinleri kapsar – ‘insanın anlam yapıcı faaliyetleri’ ise çok geniştir. Anlam yapıcı faaliyetler sözgelimi filimler sanat işleri gibi görseli kapsayabilir. Sözgelimi gazlı pişiriciler gibi nesneleri kapsayabilir çünkü bu gibi nesnelerin anlamlı bir uzun geçmişi ve kültürümüzün yeme pişirme pratiklerinden miras kalan anlamları vardır (Chouliaraki, 2011).
Diana ile ilgili çoğu malumatımız görsel malumattır. Lafları çok azdır. Greghty’nin dediği gibi ‘evlilik hayatının büyük bir kısmında Diana resmen dilsizdi; haber konusu olan açıkçası onun şahsıydı, bedeniydi. Onun orda oluşuydu önemli olan’ (1998, s/71 orijinalindeki italikler). Beden söylemin bir parçası mı? Sınırları ne? Söylemsel olan ne, ekstra söylemsel olan ne? Diana’nın ölüm şartları çarpıcı biçimde fizikseldi: tünelde araba çarpıyor ve hurda yığını haline geliyor. Bu tabii ki sahiden konuşmanın ötesinde bir şey. Ama yine de bu gibi şeylere dair insan anlam yapıcılığının ötesinde ne gibi bilgilerimiz var?
Bu gibi sorgulamalar son derece zor epistemolojik meseleler ortaya atar, problem de çıkartır, bunun için analist olarak bizim yapmaya çalışacağımız şey söylemin bir parçasını incelemektir. Bir konuşma parçasına dair açıklamalarımızın itibarı nedir sözgelimi, bu açıklamalar söylemin dışında mıdır? Bu gibi tartışmalar söylem araştırma cemaatinde ve aynı zamanda bu Okuyucu’nun sayfalarında yankılanmaktadır. Ama açık olan söylemin nüfuz ediciliğidir. Giderek artan bir şekilde her yerde konuşma, benlik ve diğer ifadeler yaptığımız işin sözgelimi ne olduğunu nasıl tanımlayacağımızın ana noktası haline gelmektedir. Öyleyse söylem, çözüm bulacağımız değil inceleyeceğimiz sosyal hayattır.

Teşekkür
Panorama görüşmesinin yazı dökümlerini kullanma izni verdikleri için Liz Stokoe ve Jackie Abell ile yanısıra Peter Bull’a Diana hakkındaki kaynak bilgisini ve yayınlanmamış çalışmalarını cömertçe paylaştıkları için teşekkür ederim.

Kaynaklar
Abell,J. ve Stokoe,E. (1999) ‘ “I take full responsibility, I take some responsibility, I’ll take half of it but no more than that”: Princess Diana and the negotiation of blame in the Panorama interview’, Discourse and Society, vol.10, pp. 297-319
Anderson,B. (1983) Imagined Communities, London,Verso.
Billig,M.(1991) Ideology and Opinions:Studies in Rhetorical Psychology, London,Sage.
Blackman,L.(1999) ‘An extraordinary life:the legacy of an ambivalence’, New Formations, vol.36, pp.111-25.
Bruner,J.(1990) Acts of Meaning. Cambridge, MA, Harvard University Press.
Bull, P. (1997) ‘Queen of hearts or queen of the arts of implication?’, Social Psychological Review, vol.1, pp.27-36.
Chouliaraki,L.(2001) Discourse and Culture, London,Sage.
Clayman,S.E. (1992) ‘Footing in the achievement of neutrality:the case of news-interview discourse’ P.Drew and J.Heritage (eds)Talk at Work: Interaction in Institutional Settings, Cambridge,Cambridge University Press.
Craig,G.(1997) ‘Princess Diana,journalism and the construction of the public’, Continuum, vol. 11, pp.12-22.
Edwards,D. (1997) Discourse and Cognition, London,Sage.
Frances,R. (1998) Dreaming of Diana,London,Robson Books.
Garfinkel,H. (1967) Studies in Ethnomethodology, Englewood Cliffs, N.J.,Prentice-Hall.
Geraghty,C. (1998) ‘Story’, Screen, vol. 39, pp.70-3.
Gilbert,J.,Gover,D.,Kaplan,C.,Bourne Taylor,J. and Wheeler,W.(1999) ‘Editorial’ New Formation, pp.36, pp.1-9.
Goffman,E.(1983) ‘The interaction order’, American Sociological Review, vol.48, pp.1-17.
Gumperz,J. (1982) Language and Social Identity, Cambridge, Cambridge University Press.
Gumpertz,J. (1999) ‘On interactional sociolinguistic method’  S.Sarangi and C. Roberts)eds) Talk, Work and Institutional Order, Berlin, Mouton de Gruyter.
Heritage,J.C. and Greatbach, D.L. (1991) ‘On the institutional character of institutional talk: the case of news interview’, D.Boden and D.H.Zimmerman (eds) Talk and Social Structure: Studies in Ethnomethodology and Conversation Analysis, Oxford, Polity.
Kirby, M. (1998) ‘Death of a Princess’, Capital and Class, vol.64, pp.29-41.
Kurzon,D. (1996) ‘The maxim of quantity, hyponymy and Princess Diana’, Pragmatics, vol.6, pp.217-27.
Laclau, E. (1993) ‘Politics and the limits of modernity’, T. Docherty (ed.) Postmodernism: A Reader, London, Harvester Wheatsheaf.
Mishler,E.(1995) ‘Models of narrative analysis: a typology’, Journal of Narrative and Life History, vol.5, pp.87-123.
Paglia,C. (1992) ‘The Diana Cult’, New Republic, vol.207, pp.23-6.
Potter, J. and Wetherell, M. (1987) Discourse and Social Psychology, London, Sage.
Riessman,C.K.(1993) Narrative Analysis, Newburry Park, CA, Sage.
Sacks, H. (1992) Lectures on Conversation, Volumes 1 and 2, Oxford, Blackwell.
Silverstone,R. (1998) ‘Space’ Screen, vol.39, pp.81-4.
Wilson, E. (1997) ‘The unbeatable lightness of Diana’, New Left Review, vol.226, pp.136-46.









29 Eylül 2014 Pazartesi


ELEŞTİRİYİ DÜZENLEME: 
ARGÜMANTATİF BİR KARMAŞA ÜZERİNE BAZI YORUMLAR

Jonathan Potter, Derek Edwards ve Malcolm Ashmore


Potter,J.; Edwards,D.;Ashmore,M. (1999). “Regulating criticism:some comments on an argumentative complex”. History of the Human Sciences vol:12 No:4 pp 79-88 Sage Pub. 


Çeviren: Sibel Arkonaç

ÖZET
Bu yorum, Parker’ın eleştirel realist konumundaki ve rölâtivizme dair eleştirilerindeki çeşitli hataları ve çelişkileri saptamaktadır. Özellikle vurguladıklarımız şunlardır: (1) rölâtivizmin doğasını formüle ederken yapılan çeşitli temel hatalar; (2) retorik anlayışındaki ve kullanımındaki çelişkiler; (3) argümanını desteklemek adına bastırılanları toplama sorunsalı; (4) psikolojinin içinde çalışmakla aleyhinde olmak arasındaki ayırımdan ortaya çıkan gerilimler. Eleştirel realizmin bir tarafta empirik çalışmaktan kaçınmaya, diğer tarafta da bilim adamına yakışır şekilde disiplinler arası çarpışmadan kaçınmaya alışkın olduğu sonucuna vardık. 

Anahtar kelimeler eleştirel realizm, disiplinler arası sorumluluk, psikoloji, rölâtivizm, retorik

GİRİŞ
Bir süredir Ian Parker ve meslektaşları, psikoloji içerisinde ayırdedici ve karmaşık bir konum geliştiriyorlar. Kendi yayınları, atölye çalışmaları, dersleri ve artık bir akademik dergi ile beraber bu konum, eleştirel psikolojide bir tür ayrık bir bakış açısı haline gelmiştir. Rölâtivizmi eleştirisinde, Parker (1999) bize, isteyerek veya istemeyerek, programının epistemolojik özellikleri hakkında özet niteliğinde bir konum temin ederek faydalı bir hizmette bulunmuştur. Rölâtivizme yapılan bu saldırı yorumlamaya değer çeşitli çelişkileri ve gerilimlerin altını çizmektedir. Gerçekten de Parker’ın rölativizmle olan bütün sıkıntısı, kendi programının bütünü ile ilgili sıkıntısının ibresi olmaktadır. Bu sıkıntı, bir iddia kolajından oluşan bir argüman tarzıyla; rölativizm-in doğasını sistematik ve ısrarcı şekilde yanlış okumayla ve metni çaprazlamasına kesen çatlaklar ve gerilimler içinde sergilenmektedir.
Burada bu sıkıntının taslağından fazlasına yerimiz yok, ama öyle görünüyor ki sıkıntı Foucault, Derrida, söylem analizi, sosyal inşa, psikanaliz, eleştirel realizm ve geleneksel Marksizmi saran bir entelektüel yörüngeden ortaya çıkmaktadır. Teorik ve analitik kavramlar olarak iktidarı, ideolojiyi, söylemi ve inşacılığı birleştirmektedir. Bu kavramlar, çeşitli  zıt yollarla formüle edilmiştir. Parker empirizme ve belli ki her tür empirik çalışmaya derinden eleştirel durmaktadır, hatta doğrudan yöntemsel metinler ortaya çıkarmıştır. Bu gerilimlerin bazıları şu anki makalede görülebilir, diğerleri ise Parker’ın geniş çalışma alanının özellikleridir. 
Parker “psi-kompleks”i eleştirisinde Rose ve Freud’dan yararlanırken, biz “Parker-kompleksi” diyeceğimiz şeyin bazı unsurlarına dikkat çekerek onun projesine bir refleksif paralel çizmek istiyoruz. Onun “psi-kompleksi” tanımından yola çıkarak, biz “Parker-kompleksi” derken, eleştirel psikologların idaresini düzenlemek adına “radikal”i “reaksiyoner”den ayıran politika, felsefe ve psikoloji ile ilgili yoğun teori ve argüman ağından bahsediyoruz. Makalemiz, rölâtivizmin kapsamlı suçlamasını başlıca tanısal araç olarak kullanan Parker-kompleksi ile ilgili problemlerin bir taslağıdır. 
Parker’ın eleştirel realizmdeki felsefî duruşunun altını, üç katmanlı bir güvenlik perdesi gibi çizeceğiz. İlk katman, psikoloji dışındaki sosyoloji, tarih, siyaset bilimi, bilim sosyolojisi ve tarihindeki esas çalışmalarla elde edilen oldukça yanıcı bir bileşim halindeki savlar, teoriler ve empirik iddiaları önlemeye yardım ediyor. İkinci katman çalışmasını, düşük düzeyden empirizm diyekovulabileceği delilden yalıtılmaya yarıyor. Üçüncü katman katılımcılardan –insanlardan, mâlum insanlardan – ve onların inşalarından, yönelimlerinden soyutlamaya yardım ediyor. Bütün Parker kompleksi eleştirel realizm olmadan yanabilir. Bunun için rölâtivizm çok tehlikelidir. Güvenlik perdesindeki bütün bu katmanların varlığını doğrulamaya yerimiz yok – ancak rölâtivizm eleştirisindeki temaları tanımlamamızın bu genel argümanı destekleyeceğini ve Parker kompleksindeki gerilimleri ortaya çıkaracağını umuyoruz. 

YANLIŞ TANIMLANAN RÖLÂTİVİZM
Parker’ın makalesindeki rölâtivizm tanımlarının çoğu yanlıştır. Bunları üç kümede ele alalım. İlk olarak, rölâtivizmin ‘her şey olur’ görüşünü seçtiğini, bunun bir konum almayı reddetmek olduğu iddiasını tekrarlıyor, bu da metnin dışında yatan şeylerle ilgili muhakemeleri kalıcı olarak durdurmayı ve gerçekten de, dünya hakkındaki bütün varsayımları terk etmeyi çağrıştırıyor. Makalesinin ana hedefi olan Edwards ve arkadaşlarının yazısında (1995), ayrıca Parker’ın düzenlediği Potter’ın kitabında (1988), referans verdiğimiz ve yine vereceğimiz Smith’in yazısında (1988, 1997) bu hatalı görüşün açıkça inkâr edilmesine karşılık bu niteliksiz tekrarlarla ne yapacağımızı bilemiyoruz. 
Bu iddiaya cevap daha önceki gibidir: ‘her şey olur’ realizmin başka bir türüdür, sadece altında yatan genel mekanizmanın çarklarını farklı şekilde düzenlemeyi öne sürmektedir; rölâtivistler muhakemede bulunurlar (rölâtivizmin anlamlı olduğu, bu makalenin rölâtivizm açıklamasının yanlış olduğu ve makalenin kafasının karışık olduğu gibi muhakemeler); rölâtivistler dünya hakkında varsayımlarda bulunur, ama bu varsayımları daima incelemeye ve eleştiriye açık tutarlar. 
Makaledeki ikinci anlam kümesi, rölâtivizmin bir kutuplar koleksiyonunu taşıdığı fikri etrafında dönmektedir. Sözgelimi akademik bilgi dünyadan ayrıdır; birey sosyalden ayrıdır; olgular değerlerden ayrıdır. Edwards ve arkadaşlarının (1995) akademik bir konum olarak rölâtivizm üzerindeki vurgusu, akademisyenlerin ve felsefecilerin bu fikirleri ciddiye almaları gerektiğine dikkat çeker; kesinlikle ‘dünya’ ile bir alakalarının olmadığını iddia etmez. Rölâtivistlerin, yerleşik pratikler olarak ‘hakikat’, ‘kesinlik’ ve ‘kanıt’ üzerinde Decartes’dan çok Durkheim’i esas alan vurgusu düşünüldüğünde bu birey/sosyal kutupsallığı bir gizemdir, ama kesinlikle bu kutupsallığı onaylamazlar. Bir kez daha söylemek gerekirse bizim bir olgular/değerler kutbu işlettiğimiz düşüncesi; rölâtivist, anti-nesnelci bir konumun olguları muhakemeden ayırmadan muamele ettiğinin aşikâr olması gerektiği, ve bunun yeterince sık tekrarlandığı göz önüne alındığında, bilhassa gariptir.
Şunlara üçüncü iddialar kümesinde fazla vakit harcamayacağız: rölâtivizm bir Batı kültürüdür; konuşmadaki bir sıra alıştan fazlası değildir; her şeye müsamaha eder ve BBC gibi bir denge programıdır. Buradaki alan sınırlamasını göz önünde bulundurarak, bunları sadece yanlış diye işaretleyip okurları Edwards ve arkadaşlarının (1995) özgün yazısını okumaya ve Parker’ın yorumlarıyla karşılaştırmaya teşvik edeceğiz.   
Bununla birlikte belirtmeye değer son bir nokta. Parker, rölâtivizme toplum analizleri ve teorileri için prosedürleri olan, tam ölçekli bir görüş açısı muamelesi ediyor. Bu birçok yönde büyük kafa karışıklılığına yol açmaktadır; en önemlisi, teorileştirme ve analiz ile felsefî argümanı birbirine karıştırmaktadır. Rölâtivizm büyük-ölçekli bir görüş açısı olmak şöyle dursun, eleştirel realizmin eşiti ya da zıddı bir konum değildir. Sözgelimi Barbara Hernstein Smith, rölâtivizmi, ‘yani toplum teorisi olmak bir yana bir teori bile olmayan, geleneksel nesnelci düşüncenin ve yardımcısı değer-bilimsel sistemin anahtar unsurlarının, aşağı yukarı kapsamlı bir teorileştirilmiş sorgulaması – analizi, sorunsallaştırması, eleştirisi’(1988 s:151) şeklinde  açıklamaktadır.
Bununla birlikte rölâtivizme dair bu kafa karıştırıcı görüşün üzerinde durmak yerine merak konusu olan bunun, eleştirel realizmi eşdeğer fakat zıt olacak şekilde geniş çaplı bir görüş açısı şeklinde sunmaya nasıl yol açtığıdır. Yani, eleştirel realizm hangi tür şeyin muhakeme edilebilir bilgi olabileceğine dair kavramsal bir açıklamadan daha fazlası haline gelmekte ve örneğin, ‘beşeri bilimlerin içinde işlediği tarihsel ve kurumsal bağlamı, psikolojiye imkân sağlayan koşulları temin eden ideolojik vasıtayı ve sadece rölâtivizmi takip edenlerin hizmet ettiği ahlaki-politik çıkarları kavramamıza’ (s. 75) imkan veren, toplum, sosyal değişim, analiz ve ahlak üzerine geniş bir görüş açısı haline gelmektedir. Parker’ın rölâtivizmi bu şekilde çarpıtmaya ihtiyacı var çünkü bu suretle eleştirel realizmi ihtiyaç duyulan önemli işleri yapabilen gibi gösterebilir.

RETORİK SIKINTILAR
Parker’ın makalesinin en ilginç özelliklerinden biri retorikle olan sıkıntısıdır. Parker didik didik incelenebilecek bir  dizi ikna edici oyun olarak ‘retorik’ ile, ‘argüman’ın uygun bir takdiri ve değerlendirilişi arasında geleneksel bir zıtlık oluşturmaktadır. Bununla ilgili yapmaya değer üç gözlem vardır. Birincisi okuyacak herkesin rahatça göreceği üzere makalesinin büyük bir kısmı, rölâtivist çalışmadaki ikna oyunlarını, becerikli el çabukluklarını, bunun gibi şeyleri bir belgeleme girişimidir. Yani retorik analizle ilgili şikâyeti, herkes için olduğu kadar kendi makalesi için de geçerlidir. 
İkinci gözlem tutarlılıkla ama daha genel bir tarzıyla ilgilidir. Sözgelimi Derrida’nın çalışmasını ele alın. Parker on sene Derrida’nın yazılarını kullandı– bu sürede The Archers, psikopatoloji, sosyal psikoloji ve başka çeşitli şeylerin yapısökümünü yapmıştır. Ancak, Derrida’nın felsefe eleştirisinin merkezî özelliklerinden biri, ‘argüman’ ile ‘argümanın sunulma tarzı’ arasında, rasyonalist bir ayrıma direnmesi olmuştur. Felsefe çalışmalarının radikal doğası argümanın soyutlanmasına direnmekten, ve hakikatin, felsefî metinlerin figuratif organizasyonun bir sonucu olarak düşünülmesinden kaynaklanır. Parker, retoriğin önemine ve önemsizliğine vurgusunun bir tür ‘denge’ olduğunu tartışabilir/retorikle ikna edebilir – ama bize karışık gibi görünüyor (cf. Hepburn, 1999).
Üçüncü ve daha genel olarak, Parker’ın entelektüel kariyeri, söylem analizini ve daha yakın zamanlarda da söylemsel psikolojiyi (Parker, 1997) düzenli şekilde desteklemekle (hem de eleştirmekle)ilgili olmuştur. Eğer söylem ve retorik organizasyonu artık bu kadar yorucu ve önemsiz hale geldiyse, bu durum süregiden ilgisiyle nasıl uyuşmaktadır (örn., Parker ve Bolton Discourse Network, 1999)? Diğer bir ifade ile bu çalışma programı artık ne öneriyor olabilir? Buna geri döneceğiz.    
                                                  
İŞKENCE EDİLENLERİ, EZİLENLERİ VE ÖLDÜRÜLENLERİ TOPLAMA
Parker dünyada işkence edilen, ezilen ve öldürülen insanları, sanki ıstırapları ve ölümleri onun tasavvuruna şahitlik etmiş,  Foucaultcu olmayan söylem analizine, konuşma analizine, etnometodolojiye ve epistemik rölâtivizme olan antipatisine taraf olmuşlar gibi kendi felsefi konumunda (eleştirel realizm) biraraya toplamaktadır. Diğer taraftan argümanlarımızı Faurisson gibi adı çıkmış Yahudi Soykırımı-inkârcılarına bağlamakta, Faurisson’un bizim argümanlarımızdan ‘zevk alacağını’ iddia etmektedir.
Bu olağanüstü ve tiksindiricidir. Faurisson bizim argümanlarımızla Parker’ınkilerden daha fazla alışverişi olamaz. Gerçekten de Faurisson ile Parker arasındaki mukayese daha fazla şey söyleyecektir – hızlıca ekleyelim felsefelerinde, kutuplar kadar ayrı politikalarında değil. İkisi de realisttir; anlaşmazlıkları tamamen neyin gerçek olduğu ile ilgilidir. İkisi de politikaya epistemikten öncelik tanır, karşıt konumlara karşı rölâtivist eleştiri kullanırken dünyanın nasıl işlediğine dair taraf tuttukları konumu muhafaza ederler. İkisi de muhalefeti; köklü ideolojik ve ekonomik çıkarlara hizmet eden, ‘gerçek’ doğasının altında bir suretler örtüsünün yattığı bir şey olarak görürler; bu örtünün kaldırılması, ikisinin de benimsediği analitik ve polemik görevdir. Faurisson, Parker’ın aynadaki analitik görüntüsüdür, biçim olarak muhafaza edilmiş ama içeriği tersine çevrilmiştir. Tabii ki rölâtivist değildir. 
Savaş suçlarının çözümünde rölâtivizmin bir yararı olmayacağı iddiası için Geras’ın kullanılması; Parker’ın daha önce, psikolojinin (realist?) ortodoksluklarına karşı retorik (ancak retorik olmayan) cephanesinin (Parker’ın) önemli bir özelliği olarak rölativizmin kullanılışını övdüğü düşünüldüğünde bilhassa gariptir. Geras’tan yapılan alıntı analizimizi ‘söylemlere veya dil oyunlarına ya da sosyal pratiklere’ odaklamakla baskı ya da adaletsizlik kurbanlarının ‘en son ve de çoğu kere en iyi silahları olan gerçekten ne olduğunu söylemekten’ mahrum bıraktığını ileri sürmektedir. Realist, tecrübeye dayanan iddia ve anlatıların, herhangi birinin kullanabileceği en etkili retorik silahlardan olduğunu sık sık ileri sürdük (Edwards, 1997; Potter, 1996).    
Dahası, “gerçekten ne olduğunu söylemenin” bu kadar etkili bir “silah” olduğu nasıl iddia edilir? İnsanlar yaptıklarının bu olduğunu nasıl kabul ettirirler? Yalanlamaya karşı gerçeklik iddiaları nasıl yapılmakta, yarıştırılmakta, altı kazılmakta, cesaretlendirilmektedir? Çalıştığımız şeyin ta kendisi bu değil mi? Tabi Geras/Parker çizgisi, silah gibi iş görebilecek başka bir şeyin devam ettiğine – ‘gerçekten ne olduğunu söylemenin’ sadece ve tam da böyle, gerçekten ne olduğunu söylemek olduğuna dayanır. Böyle bir kavramla nereden başlamak gerektiğini bilmek zordur. Tüm sorular yalvarmaktadır. Kendisiyle çelişen zayıflığı göz önüne alındığında, sadece kurbanların söylemesi değil, Geras’ın bunun hakkında yazması, Parker’ın alıntılaması nasıl bu kadar etkili olabilir: böyle bir “söyleyiş”, söylem analizinin ve sosyal uygulamaların ötesinde her nedense etkili bir silah oluyor? Öyle görünüyor ki bu, Wittgenstein, Derrida ve Sacks’in değmediği bir söyleyiş. 
Geras örneği, öncelikle, ontolojik dalavere (metnin ötesinde bir gerçeklikte yazma) ile işini görür ki bu türden kısa hikâyeler de genelde döngüsel şekilde işler. İkinci olarak, bir ‘ölüm mecazı’ (baskı kurbanlarının hakikat taleplerini kim inkar eder ki?) kullanır. Ezilenleri ve ölenleri, metinsel analiz ve realizm üzerindeki felsefî konumlar için bu şekilde bir araya getirmeyi tiksindirici buluyoruz.  
Son bir noktanın altı çizmek gerekir. Rölâtivizmi desteklemek için Yahudi Soykırımını bu tartışmaya taşıyan biz değiliz. Rölâtivizmi eleştiren realistler getirdi ve rölâtivizme karşı retoriksel bir durum olarak realistler tarafından getirilmeye de devam ediliyor. 

ELEŞTİREL REALİST PSİKOLOJİ VE PSİKOLOJİ İÇİNDE VE ALEYHİNDE ELEŞTİREL REALİZM
Parker makalesinin en çarpıcı kısımlarından birinde eleştirel realizmin psikolojiyle ilişkisine sinirleniyor (s:72’deki yazısını dikkate alın). Psikologların eleştirel realizmi, psikolojinin daha başka reaksiyoner uçları için kullanmaya başlamaları üzerine, farkedilen ikilem için Parker’ın getirdiği çözüm, ‘psikoloji içinde ve aleyhinde bir eleştirel realizm’ konumu almanın önemini vurgulamaktır. Bu kullanışlı bir ayrım gibi görünüyor. Ancak ortaya iki soru getiriyor.    
Birincisi, artık Parker’ın üretimini (metot üstüne çeşitli yazıları, yeni çıkan Annual Review of  Critical Psychology, eleştirel psikoloji üstüne bir giriş kitabına katkısı dahil) psikolojinin bir parçası olarak değil de psikoloji hakkında mı olduğunu düşünmeliyiz? 
İkincisi eğer bu üretim psikolojinin bir parçası değil ise, nereden gelmektedir? Bariz bir cevap sosyolojik bir duruş ya da tarihî ya da politik bir görüş açısından geldiği olabilir. Ne de olsa “psi-kompleks” kavramının bulucusu Nik Rose, bir süredir psikoloji hakkındaki bilimsel Foucaultcu eleştirilerini sosyolojik bir temelden yürütüyor. Parker için problem eğer bu yola girmeyi seçerse, birbirleriyle benzeşmeyen teorik ve analitik kavramlar koleksiyonunun temel bilgisi ve uyumluluğu üzerine konuşmak zorunda kalacağıdır.     
İşe bakın ki disiplinler arası çalışmanın muhafazkar çıkarımlarına rağmen Parker, ‘diğer disiplinlerdeki müttefiklerimizin’ hepsinin kendi toprağında kalıp psikolojiye dair anlayışlarını kendisinden (Parker) ve meslektaşlarından almaları taraftarıdır. Bu gerçekten de o ‘müttefikler’in Parker’ın altını kendisinin kazımak istediği kavramlar hakkında utanç verici çağrılar yapmalarına engel olurdu. Ancak bu sırada Parker’ın felsefeden, politikadan, Marksist sosyolojiden, post-yapısalcılıktan, vb. kavramları ithali, herhangi bir mücadele belirtisi, kavramların kavgacı tartışmalarla ya da kendilerine ait krizlerle gasp edildiklerine dair herhangi bir belirti yoktur. Alınıp psikolojinin problemlerine uygulandıklarında yalnızca ilerisini aydınlatıp Gerçek olanı netleştirmektedir. 
Parker’ın, retorik araçları didik didik aramaktan kaçınmamız ricasına (s:74) büyük ölçüde uymamıza rağmen, eleştirel realist psikoloji ile psikolojinin içindeki ve aleyhindeki rölâtivizm arasındaki ayrımı ortaya koyduğu paragrafta özellikle çarpıcı bir şey var. Bizim ilgimizi çeken paragrafın merkezindeki non sequitur - alakasız söz. Alıntılıyoruz:
[psikolojinin içindeki ve aleyhindeki eleştirel realizm] psikolojinin insanlara ne yaptığını ve yapılanları daha etkili kılmak için hakikate dair her bir iddiaya meydan okur. Bunun ışığında [!], rölâtivizmin apolitikleştiren etkilerinin, feministler için istenmeyen bir müttefik olmuş olması şaşırtıcı değildir. (s. 73, italik ve ünlem eklendi)

Parker makalesine rölâtivizmi, psikolojinin hakikat-iddialarının altını kazımak amacıyla yerel olarak faydalı bir strateji olarak kullanmaktan mutlu olduğunu söyleyerek başlamıştı. Öyleyse, şimdi ve tam burada apolitikleştirici diye tanımlanması dikkat çekicidir. Dahası bu inşa metinsel şekilde feministleri, sanki feministler genellikle ve bir bütün olarak rölâtivizmi nahoş bulmuş gibi kendi tarafında ve genel bir kategori gibi seferber etmektedir. Tabi, çok çeşitli feminist konumlar vardır, bazıları eleştirel realist (örn., Gill, 1995), bazıları rölâtivist (örn., Hepburn, basında), birçoğu da özgürleşme vizyonu ve istismar hakkındaki pratik endişelerden arındırılmış, anlaşılması güç epistemolojik bir çıkmaz olarak görülebilecek ilgisizlerdir. Gerçekten de feminist görüş açısından rölâtivist konumları destekleyen eleştirel noktalar, açık bir feminist perspektiften, Parker’ın kendisinin düzenlediği kitapta Bronwyn Davies (1988) tarafından sunulmuştur.    
Öyleyse genel noktamız şudur: bu non sequitur alakasız söz buradadır çünkü, Parker’ın çalışmasındaki en önemli gerilimlerden birinden dikkati uzaklaştırmaktadır. Bu gerilimle bitirelim.

PARKER KOMPLEKSİNDE SIKINTI
Eleştirel realizmin Parker kompleksini oluşturan tahrik edici karışık teorilerin, konumların ve iddiaların alevler halinde patlamasını engelleyen bir güvenlik perdesi ya da duvarı olduğu önerisiyle başlamıştık. (Kendisi için) Parker’ın eleştirel realizmin çok daha önemli (kendisi için) inşasını eşit ve tam tersi bir görüş açısına dönüştürmeyi kolaylaştırmak için, geniş çaplı bir görüş açısına çevirdiğini ve yanlış tanımladığını belirttik. Eleştirel realizmi bu kadar büyütmek, tarih, sosyoloji ve siyasi bilimin yapmak zorunda kalacağı işleri onun yapması anlamına gelir. Diğer bir deyişle, sosyal bilimler boyunca çok sayıda araştırmacı ve teoristi meşgul eden bu sorular, a priori felsefe uğraşıyla yanıtlanmaktadır. 
Eleştirel realizm, disiplinler arası bilimle sorun yaşamaksızın psikolojiyi eleştirecek alanı temin etmek için bu şekilde kurulmuştur. Sözgelimi Parker, Stuart Hall’un ideoloji kavramlarını yeni sosyal oluşumlara göre yeniden düzenleme girişimleri ile meşgul olmak zorunda değildir. Ya da Barry Barnes’ın, diyelim ki, bilimsel gelişmede sosyal çıkarların rolü üstüne çalışmasını ciddiye almasına (hatta evet, hiç bir şekilde almasına bile) gerek yoktur. Sanki uzun zamandır çözülmüş olan basit hususlarmış gibi ideoloji ve bilimin politik rolü hakkında iddialarda bulunabilir. Bunun paradoksal neticesi Parker’ın, bütün psikoloji eleştirileri için, içinde ve aleyhinde çalışacağı güçlü bir psikolojiye ihtiyacı olmasıdır. Disiplinler arası bilimdeki sınırlamaların saklı kalmasını sağlayan, psikoloji ve psikolojinin güvenli teorik duvarlardan oluşan kafa karıştırıcı mirasıdır. Buradaki tehlike, Parker kompleksinin mirasının, bir psikoloji bağımsız disiplininin var oluşunun radikal eleştirisi değil, sadece onun iktidarının ve egemenliğinin tekrar ileri sürülmesi olacağıdır. 
Psikoloji içinde (ve aleyhinde) enerjik ve eleştirel bir Marksist konum için şu anda ve önceden de her zaman bir alanın bulunduğuna dikkat çekerek sonlandıralım. Ama bu makalede geliştirilen eleştirel realizm girişimi çeşitli soruları gündeme getirmektedir. Bilim, kanıt ve akademik bilim hakkındaki duruşu nedir? Empirizm eleştirisi yöntem ders kitaplarının üretimiyle nasıl bağdaşmaktadır? Retorik eleştirisi yapı sökümünü şiddetle savunmakla nasıl bağdaşmaktadır? Geliştirilen argümanlarda ideolojiyi tam olarak nasıl anlamalıyız? Örneğin, söylemin konuşma analizi kavramlarından çok Foucaultcu kavramlarına verilen destek, ideolojideki Marksist kavramların Foucaultcu eleştirisini desteklemeye kadar uzanmıyor mu? “Burjuva yönetimi” ne tür bir şeydir ve Gordon Gekko ile George Soros’dan sonraki sınıf ve milliyet dünyasıyla nasıl ilişkilenmektedir? Parker, istismar ve eşitsizlikle ilgili  değerli Marksist tutkusunu psikolojik meseleleri topa tutması için getirebilir, ama biz önce halledilmesi gereken bazı işler olduğunu düşünüyoruz.        

TEŞEKKÜR
Bu makalenin ilk hali üzerine yorumları için Alexa Hepburn’a, David Middleton’a ve Sue Speer’e teşekkür ederiz.

REFERANSLAR
Davies, B. (1998) ‘Psychology’s Subject: a Commentary on the Relativism/Realism Debate’, in I. Parker (ed.)  Social Constructionism, Discourse and Realism. London: Sage, pp. 133–46.
Edwards, D. (1997) Discourse and Cognition. London: Sage.
Edwards, D., Ashmore, M. ve Potter, J. (1995) ‘Death and Furniture: The Rhetoric, Politics, and Theology of Bottom-line Arguments against Relativism’, History of the Human Sciences 8(2): 25–49.
Gill, R. (1995) ‘Relativism, Reflexivity and Politics: Interrogating Discourse Analysis from a Feminist Perspective’, in S. Wilkinson and C. Kitzinger (eds) Feminism and Discourse: Psychological Perspectives. London: Sage.
Hepburn, A. (1999) ‘Derrida and Psychology: Deconstruction and its Ab/uses in Critical and Discursive Psychologies’, Theory and Psychology 9: 641–67.
Hepburn, A. (in press) ‘On the Alleged Incompatibility between Relativism and Feminist Psychology’, Feminism & Psychology.
Parker, I. (1997) ‘Discursive Psychology’, in D. Fox and I. Prilleltensky (eds) Critical Psychology: An Introduction. London: Sage, pp. 284–98.
Parker, I. (1999) ‘Against Relativism in Psychology, on Balance’,  History of the Human Sciences, 12(4): 61–78.
Parker, I. and the Bolton Discourse Network (1999) Critical Textwork: An Introduction to Varieties of Discourse and Analysis. Buckingham: Open University Press.
Potter, J. (1996) Representing Reality: Discourse, Rhetoric and Social Construction. London: Sage.
Potter, J. (1998) ‘Fragments in the Realization of Relativism’, in I. Parker (ed.) Social Constructionism, Discourse and Realism. London: Sage, pp. 27–45.
Smith, B. H. (1988)  Contingencies of Value: Alternative Perspectives for Critical Theory. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Smith, B. H. (1997) Belief and Resistance: Dynamics of Contemporary Intellectual Controversy. Cambridge, MA: Harvard University Press.