16 Mayıs 2010 Pazar

Psişenin Sömürgeleşmesi Kendi İnsanımızı Anlamada Çekilen Sıkıntılar

Prof.Dr.Sibel A. Arkonaç

İnsanın Tanrı ile âlemlerini batıdan farklı olarak ayrıştırmadığı, bir başka ifade ile Tanrının halen ölmediği epistemik bir cemaati, âlemlerini farklılaştırarak, kendini realist bir yaklaşımla bilgi evreninin merkezine oturtan, ya da rölativist bir yaklaşımla karşılıklı konuşmalarla sürekli inşa edilen gerçeklik içine oturtan epistemik bir cemaatin özne/ kimlik / fail ve gerçeklik bilgisi ile anlamaya çalışmak ne derece yerinde bir tavırdır? (gerçeklik bilgisi olarak burada anlaşılan şey; insanların etkileşimlerinde yerel olarak üstesinden geldikleri ve idare ettikleri bir şey anlamında kullanılmaktadır)

Modernist psikoloji, psişeye dair bilginin evrensel olduğu düşüncesiyle, ama aslında felsefeyle bağını çoktan koparmış olması sebebiyle hafızasız bir hal içinde, araştırmalarını sorgusuz sualsiz yapmaktadır.

Post modernist yaklaşımın psikolojideki temsilcileri olan söylemsel psikoloji ve sosyal inşacı psikoloji küreselleşme ile birlikte kendinden farklı olan ötekini yani diğer yerelleri diyalog çağrılarıyla kucaklamaya çağırmaktadır. Bu çağrının ise yine kendi epistemolojileri yoluyla olabileceğini ise sakınmaksızın ifade edebilmektedirler.

Biz buradakiler ise yaptığımız araştırmalarda ister kartezyen ister postmodernist epistemolojilerle hareket edelim, batılı epistemenin özne/ kimlik / fail ve gerçeklik bilgisini buraya taşımaktayız. Ortaya çıkan değişik sonuçları kültür farkına bağlamakta ya da yeni paradigmaların epistemolojilerini yerel bilgiye ulaşmada yöntem olarak kullanmaktayız.

Yani kısacası, psişeyi kendi ellerimizle sömürgeleştirmekteyiz.

Ortada batıdan farklı bir dünya-insan kavramlaştırması olduğunu görmemek mümkün değil. Sözgelimi, batılı insandan farklı olarak, neden ve nasıl sorularını ayrı ayrı cevaplayan buradaki insan bilimsel kökenli bilgi ile ilahi kökenli bilgiyi kendi bilgi evreninde çatışmasız paralel tarzda işletebilmektedir, öznenin muhtevasında bu farklı bilgi evrenleri, batılı öznenin aksine, herhangi bir çatışma ortaya çıkarmamaktadır, neden?

Kullandığı Türkçe’deki gizil özne yapısını sentaktik olarak korumaya devam ederken özne cümle içinde kendine verdiği anlam yükünü ve vurgusunu, geçmiş yirmi, yirmi beş yıla göre artırmıştır. İfadesinde olayın kendisini nasıl etkilediğini anlatmaktan ziyade artık kendisinin olaydan nasıl etkilendiğini ön planda tutmaktadır.

Kendine özne /fail / kimlik olarak yüklediği anlamın değerini ve vurgusunu artık ön plana almaya başlayan bu insan kimdir?

Ama aynı özne karşılıklı konuşma eylemlerinde, batılı örneklerinin aksine, karşılıklı konuşma bağlamını özellikle halen ön planda tutmaktadır, sırf bu sebeple özne kendi ifadesini es geçebilmektedir.

Karşılıklı konuşma eylemleri içersinde bağlamı önceleyen bu insan kimdir?

Tanrıyla âlemlerini ayrıştırarak bu evrende baş başa kaldığı gerçeklik bilgisi batılı özne için onun var oluş sorunudur. Gerçeklik nedir, referansı nedir sorusunun cevabı öznenin kendisinde ya da özneler arasındaki karşılıklı anlam inşalarında aranır.

Dolayısıyla da ister kendisini merkez alan özneden olsun ister ötekini de özne olarak görüp aralarında sürekli dönüşüp değişen gerçeklik olsun, gerçekliğe dair referansın ne olduğu, gerçekliğin ne olduğu sorusu onun için bir var oluş meselesi olarak kalmaya devam etmektedir. Referans arayışı umutsuzca devam etmektedir.

Buradaki insan yine batılıdan farklı olarak, kendiliğine dair inşasında ikili bir bilgi evreni kullanmaktadır. Gerçeklik/hakikat evrenlerini neden ve nasıl sorularına cevap ararken birlikte ama paralel tarzda işletebilmektedir. Sözgelimi deprem nasıl oldu sorusu ile neden olduğu sorusuna bu ikili evrenden iki ayrı cevap getirebilmekte ve bu da onun dünyasında bir çelişki yaratmamaktadır.

Bu ikili bilgi evrenlerinden bir diğeri de geleneksel olanla modern olandır. Diğer ikiliden farklı olarak bu iki evren birbirine müdahale ederek, geçişlere ve etkilemelere açık bir dinamizm sergilemektedir. Sözgelimi geleneksel bilgi içinde yorumlanan başörtüsü takma, modern yaşantı içinde tekrar yorumlanarak bu sefer kadının kamu alanında tekil kimliği haline dönüşmektedir. Ama bu yeni kimliğin İslami anlayış çerçevesinde kul ile Allah arasında kimse giremez denilen son derece bireyci yaklaşımla bağı da kopmamaktadır.

Hakikat ile gerçeklik bilgisinin (yani neden ve nasıl sorularının) birlikte yolculukları Geleneksel bilgi ile modernitenin getirdiği bilimsel kökenli bilginin neden halen birlikte kullanıldığına işaret ediyor olabilir. Nasıl sorusu yani gerçeklik modernitenin getirdiği bilimsel kökenli bilgi ile inşa edilebilirken, niçin sorusu yani hakikat geleneksel bilgi ile inşa edilebilmektedir. Dolayısıyla öznenin içerikleri, referansları ayrıştırdığı için, batılı öznenin içerikleri kadar sıkışmamaktadır.

Farklı bilgi evrenlerini çatışmasız ve paralel götürebilen ve birlikte kullanabilen bu insan kimdir?

Psikolojik düzeyde ya da mikro düzeyde diyelim, öznenin geçirdiği dönüşümün batılı öznenin geçirdiği radikal dönüşümden farklı olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.

Burada öznenin failliği, Tanrı ölmediği için ve halen özneyle aynı âlemde ama farklı boyutlarda beraber var olmaya devam ettiği için verilidir, dolayısıyla özne için gerçeklik bilgisi Tanrı ile birlikte olduğu bu âleme aittir, onu anlamakla yükümlüdür. Sınırları hakikatin sınırları ile belirlenmiş bir gerçeklik içinde özgür fail en baştan beri öznede içkindir, ona verilidir. Bu sebeple bizler için ortada bir özne varlığı ve faillik tanımı meselesi yoktur. Âlemler, referanslar ve sınırlar bellidir. Dolayısıyla bu âlemde tek başına olmadığı ya da bu âlemin merkezinde omnipotant olmadığı bilgisi öznede ve failliğinde içkindir.

Dolayısıyla eğer ben, “özne kendine yaptığı vurguyu artırıyor” diyor isem bu ifadeyi ancak, batılı epistemolojiye göre düşünen meslektaşımın anlayacağı dile indirmek adına sarf edebilirim.

Batılı kendi gerçeklik inşasında radikal bir dönüşümle kendini ve failliğini anlamlandırmada ötekini keşfederken ben burada sadece kendime yaptığım vurguyu artırmaktayım. Kendimi keşfetmek değil, kendime yaptığım vurguyu artırmaktayım.

Ayrıca bu çerçevede bir öteki meselem de yoktur. Öznenin ya da kimliğin bu yakada bir diğer kimlik ya da bir diğer özne ile meselesi vardır ki bu da sosyolojik düzeyde kendini, kimliğini diğer kimliğe karşı genelliklede hegemonik söyleme karşı meşrulaştırma sorunsalıdır. Hegemonik söylemlere karşı alternatif seslerin duyulur hale gelmesi mikro düzeyde yine öznenin kendine yaptığı vurguyu artırma talebidir.

Tam bu noktada batılı bilginin buranın gündelik, kültürel ve siyasi pratiklerine nüfuz ettirdiği yeni kavramlaştırmalara ve katkılarına işaret etmek gerekir

İki farklı epistemik dünyanın bu toprakların insanlarına çeşitli etkileşimler yaşattığı muhakkaktır Bu etkileşimin ürünleri ne olabilir ya da ne olarak ortaya çıkmaktadır?

Sözgelimi öznenin/kimliğin kendisini ön plana alışları acaba terazideki kefeleri mi dengelemektir yoksa verili fail oluşunun sınırlarını mı zorlamaktır? Acaba gerçeklik bilgisinde yeni dönüşümler denemeye başladığı iddia edilebilir mi? Bu bilginin muhtevasına neler katabilecektir?

Benim bu soruları cevaplayabileceğim yerli bir epistemolojiye ihtiyacım olduğu ortadadır. …

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Kadınla Erkeğin, Hakikatle Gerçeğin Hikayesi: Şahmeran İle Şehrazad

Tevfika İkiz ve Sibel A. Arkonaç.

Bu çalışmada iki hikâyeyi Şahmeran hikâyesi ile aslında bir İran hikâyesi olan Şehrazat’ı, gerçekliğin sembolizasyonu açısından, karşılaştırmalı şekilde okumaya çalıştık. Şehrazat’ın hikâyesi genelde bilinir. Şehriyar, iktidarını onun hareminde yine onun kölesiyle yatarak kıran karısını öldürür. Bundan sonra da evlendiği her genç kızı evlendiği günün sabahında kafalarını uçurur. Herkes dehşet içindeyken bu sefer de vezirinin kızı Şehrazat ile evlenir. Aslında Şehrazat Şehriyarla evlenmeyi bizzat istemiştir. Aklında bir plan vardır. Buna göre, hükümdarı hayran, gerisini dinlemeye aç bir halde bırakacak büyüleyici hikâyeler anlatacak, Şehriyar’ın kadınlarla ilgili bu dehşet dolu düşüncesini değiştirecektir. Evlendikleri ilk geceden itibaren Şehrazat, yatağın köşesine oturarak, masallarını Şehriyar’a anlatmaya başlar. Masallar şafak sökene kadar devam etmekte ve sonu hep bir sonraki geceye kalmaktadır. Bu esnada Şehrazatın kardeşi Dünyazad da ablasına şahitlik etmektedir. Şehriyar ilk altı ay hiç konuşmaz, sessiz kalarak tek bir söz etmeden hikâyeleri dinler. En sonunda hem şafak vakti gelinin kafasını uçurmaktan vazgeçer hem de kadınlara karşı öfkesinde tamamıyla haksız olduğunu anlar. “Ah Şehrazat, bana hükümdarlığımın gücünden şüphe ettirdin, beni kadınlara karşı geçmişteki zorbalığıma ve genç kızları öldürmeme pişman ettirdin… Kimsin sen? ne istiyorsun?”. Şehrazatın cevabı “Ben Şehrazat’ım, huzur istiyorum” olur (Mernissi, 2001).

İkinci hikâyemiz bugün halen yaygın şekilde Anadolu’da anlatılan Yılanların Şahı Şahmeran hakkında anlatılan hikâyelerden biri. Şahmeran Farsça bir kelime olup Yılanların Kralı anlamına gelir. Yılan Anadolu’da insanları ürküten bir hayvan olmakla birlikte iyileştirici gücüyle tanınmaktadır. Nitekim bu vasfıyla da tıbbın uluslar arası sembolüdür. Anadolu masallarında ve hikâyelerinde Şahmeran’a çok sık rastlanır. Anadolu’da bilinen en eski uygarlıklardan biri olan Hititlerin hikâyelerine, Medusa ile Perseus hikâyesine ve de Lokman hekimin hikâyesine kadar iç içe sürekli örülen bir motiftir. Şahmeran hakkındaki tüm efsanevi kayıtlar ve tüm tasvirler dişidir. Yani yılanların kralı dişidir. Anadolu'da yılan kalesi, yılan mağarası, yılan hamamı, ya da Şahmeran hamamı gibi yer adlarına çok rastlanır. Bunlardan birisi Adana-Ceyhan arasındaki Yılan Kalesi'dir ve ünlü Şahmeran hikâyesi bu kalede geçer. Hikâyenin Anadolu’da anlatılan biçimlerinden biri şöyledir.

Camsap yoksul bir ailenin oğludur, evinin geçimini arkadaşları ile odun keserek sağlar. Bir gün arkadaşları ile birlikte bir kuyu dolusu bal bulan Camsap, arkadaşlarının aç gözlülüğü yüzünden, kuyunun içindeki bal bi­tince kuyuya bırakılır. Kuyuda yalnız başına feryat ederken bir akrebin kendisine doğru yaklaştığını görür. Akrebi öldü­rür. Akrebin geldiği noktadan iğne gözü kadar gün ışığının geldiğini fark eder ve ışığın geldiği yeri kazarak büyütür. Açılan geniş delikten geçer. Çiçeklerle dolu, ortasında havuzu bulu­nan genişçe bir bahçeye girer. Bahçede bir yığın yılan bulunmaktadır. Havuzun baş tarafında da bir taht üzerinde oturmuş insan başlı, süt beyaz vücutlu bir yılan vardır. Camsap'a kendi diliyle hitap eder; “Hoş geldin insanoğlu... Benim misafirimsin, benden ve çevrendeki yılanlardan korkma. Benim adım Yemliha'dır. Halkım ve insanoğulları beni Şahmeran diye tanır. Ey insanoğlu, benim ülkeme neden geldin? nasıl, hangi maksatla geldin? Anlat” der. Camsap başından geçenleri anlatır. Şahmeran Camsap’ın hikâyesinden sonra üzüntüyle başını sallar ve “İnsanlar gene buldular yerimizi. Tedirgin edecekler bizi, artık rahat yok... İnsanoğlu nankördür, hilekârdır. Onların hilelerini, düzenlerini bilirim, ihanetlerini bağışlamaya alıştım çoktan” der ve uzun uzun Belkiya’ nın ihanetini anlatır. Aradan zaman geçer, Camsap Şahmeran’ın güvenini kazanır ve kendisini salıvermeye ikna eder. Şahmeranın tek bir şartı vardır: bundan böyle hiç yıkanmayacaktır. Camsap da Şahmeranın ve yılanlarının yerini yurdunu kimseye söylemeyeceğine yemin eder. Bal kuyusundan çıkan Camsap, artık hür olmanın saadeti ve sevinciyle evine koşar, ailesine, sevdiklerine kavuşur. Ailesi büyük bir merak içerisinde Camsap'a beş yıldır nerelerde olduğunu sorar. Camsap Şahmeran'a verdiği sözü hatırlar ve susar. Arkadaşları Camsap'tan af dilemeye, merhametini istemeye giderler. Camsap acır ve kabahatlerini bağışlar. Aradan yedi yıl geçer. Bu zaman zarfında Camsap verdiği söz gereği hiç hamama gitmez. Ağzından kaçırır korkusuyla da iyice içine kapanır, elini eteğini insanlardan çeker, evden çıkmaz olur. Birgün Camsap'ın yaşadığı ülkenin hükümdarı Keyhüsrev fena bir hastalığa tutulur. Tüm vücudu kıpkırmızı yaralar içinde kalır. Hekimler, ilaçlar fayda etmez. Hastalık gittikçe artar, Keyhüsrev ağırlaşır. Hekimler bütün ümitlerini keserler. Keyhüsrev'in Şahmur ismindeki veziri sihir kitaplarını karıştırırken, tek devanın Şahmeran'ın etini yemek olduğunu öğrenir ve koşa koşa hükümdara haber verir. Keyhüsrev tellallar çıkartıp, Şahmeran'ın yerini bilene büyük vaadlerde bulunur. Camsap verdiği söz üzerine sesini çıkarmaz. Vezir okuduğu kitaplardan Şahmeranı görenin belden aşağısının balık gibi beyaz pullu olduğunu öğrenir. Bunun üzerine bütün hamamcılara, halkın bedava yıkanmaları için emirler verir ve herkesi zorla hamama sokar. Zorla da olsa Camsap da hamama götürüldüğü için sır açığa çıkar. Belinden aşağısı beyaz pullu olan Camsap yaka paça doğru hükümdarın huzuruna çıkarılır ve Şahmeran'ın yerini göstermesi emredilir. Camsap sırrını vermemek için direnirse de başaramaz, belinden aşağısının pullu olması Şahmeranı gördüğünün işaretidir. Yerini söylemezse öldürülecektir. Cellâdın elinden kurtulmak için son çare olarak hiç olmazsa Şahmeran'ın kuyusunu göstermeyi kabul eder. "Nasıl olsa onu oradan çıkaramazlar, ben de ölümden kurtulurum" diye düşünür. Ama hiç de öyle olmaz. Camsap kuyuyu gösterince, vezir kuyunun başında sihrini kullanır ve Şahmeran bir yılanın başında tuttuğu altın bir tepsi içinde görülür. Şahmeran etrafına bakıp Camsap'ı görünce “İşte Camsap nihayet kanıma girdin. Ben insanoğluna itimat edilmeyeceğini biliyordum. Ama ne çare ki yine aldandım. Başa gelen kaderdir” der. Camsap utancından yerin dibine geçer, ağzını açıp cevap veremez. Vezir Şahmur Şahmeran'ı tutmak için elini uzatırken, Şahmeran “Sen bana el sürme, Ey Camsap! Sen beni kucağına al götür” der”. Camsap, Şahmeran'ı kucağında götürürken ona: “Senden Keyhüsrev'in tedavisi için derman isteyecekler” der. Şahmeran da “Biliyorum. Sen benim etimi o canavara yedirteceksin. Korkma ölümden korkmaya değmez. Hem ben kendim hazırladım ölümümü. Ama yılanlarım bu gerçeği öğrenmeli. Uyanıp kendi ellerine almalılar kaderlerini. Ey Camsap! Sana son bir öğüdüm olsun. Sen bana belki de isteyerek kötülük ettin, fakat ben sana etmem. Bu melun beni sana boğazlatacak. Sakın kabul etme. Bırak beni Şahmur kessin. Beni toprak çanakta kaynatıp ilk suyumu sana içirmek isteyecekler. Sakın içme. O suyu ona içir. Hükümdar hastalıktan kurtulur sen kurtarmış olursun onu. Nasılsa bu hükümdar iki yıl sonra ölecektir aynı hastalıktan. Çünkü kan içicidir o. Sen benim dediklerimi yaparsan hayatta kalırsın”. Hükümdarın sarayına gelindiği zaman Vezir Şahmeran'ı tutup keser. Üç parçaya bölerek, bir toprak çömlek içinde kaynatmak üzere ateşin üstüne koyduğu sırada hükümdarın bir yaveri gelerek onu saraya çağırır. Vezir gider­ken Camsap'a dönerek “Al bu şişeyi, içine Şahmeran'ın ikinci suyunu doldur. Ben içeceğim. Belimin ağrısına şifadır. İlk suyunu da sen iç. Her türlü hastalıktan korunur, kurtulursun” der. Camsap Şahmeran'ın öğüdüne uyarak ilk suyunu şişeye koyar ve ikinci suyunu da kendi içer. Birden çömlekteki parçalar dile gelip: “Biz hükümdarın hastalığına dermanız. İlk üç gün başını yedir. Dördüncü gün hamama götür, şifa bulur” derler. O sırada koşarak geri gelen Vezir Şahmur, telaşla ikinci suyu sorar. Camsap şişeye koyduğu ilk suyu Vezire uzatır. Vezir Şahmur çırpına çırpına ölür. Bu olay Keyhüsrev'e iletilince, telaşa düşen hükümdar derhal Camsap'ı huzuruna çağırarak “ Şimdi Şahmur öldü. İlacı nasıl kullanacağımızı biliyor musun? Nasıl yapacağız?” diye sorar. Camsap “Efendimiz hiç merak buyurmayınız. Ben ilacın nasıl kullanılacağını biliyorum. Yaralarınızı iyi edeceğim” diyerek Şahmeran'ın başını hükümdara yedirir. O anda Keyhüsrev'in vücudunda bir kaşınmadır başlar. İkinci ve üçüncü parçalar da tesirini gösterir. Dördüncü gün hamama götürülen hükümdar iyileşir. Hamam dönüşü Camsap'ı sarayına çağırttıysa da Camsap bulunamaz. Dağa odun kesmeye çıkan köylüler o sırada yalınayak dağa tırmanmaya çalışan bir delikanlının ardından bakakalır.

Derler ki, “Yılanların Şahmeranın öldürüldüğünden haberleri yoktur, duyarlarsa tüm yılanlar yeryüzüne, Tarsus’a çıkıp bütün insanları öldüreceklermiş”. Bu inanç halen Tarsus’ta Şahmeran efsanesinin bir sonucu olarak sürüp gitmektedir.

Bu iki hikâye de bilinmeyenle bilinemeyenin karşılaşmasıdır. Bu hep, insanın esas meselesi olagelmiştir. Bilinmeyenle bilinemeyeni bir araya getirmenin üzerine hep yazılıp çizilir. Bunun belki de ilk adımı kadın olmakla erkek olmayı anlamaktır. Çünkü Venüs’ten gelenlerle Mars’tan gelenlerin birliktelikleri ikisi için de hep bir mesele olmuştur. Temelde yatan şey bu iki farklı bilginin karşılaşamamasıdır. İnsan olmak ortak paydadır ama bu payda bile, bir farklılığa, cinsiyet farklılığına referans gösterilmeden işaretlenemez (Zizek, 2004). Çünkü Zizek’e göre bu anlamda cinsel farklılık, insan olmanın sıfır noktasındaki tarifidir: insan olmak demek kesinlikle cinsel farklılıklar üzerinden ayrışmak demektir (Zizek, 2004). Öyleyse bu farklılaşmanın bilgisi belki bize bilinmeyenle ile bilinemeyen arasındaki farklılığa dair bir şeyler anlatabilir.

Kadınlarla ve erkekleri anlatan en eski hikâyelere baktığımızda kadınla erkeğin iki farklı bilginin taşıyıcısı konumunda tasvir edildiği görülür. Bu coğrafyada olsun Ortaçağ Avrupa’sında olsun hikâyelerde ve efsanelerde düzlem ve yapı aynıdır. Hakikatin temsilcisi kadın, gerçekliğin temsilcisi erkektir. Bu noktada hemen akla Lacan’ın sembolik düzeni gelir. Çocuğun doğadan kültüre geçişi demek olan sembolleştirme dili kazanmasıyla başlar, çocuk doğadan koparak dilin sembolik dünyasına girer. Yani gerçekliğin inşası başlar. Efsanelerin ve hikâyelerin kültürün sembolik düzenini kurguladığı açıktır. Bu anlamda hikâyelere ve efsanelere o dili konuşanların kendi kişisel ve sosyal sembolik düzenlerini çekip kullandıkları bir rezervuar gibi bakılabilir.

Bu çerçevede, Freud ve Lacan’ın psikanalitik modellerine bakıldığında, bir bilgi yapısı olarak rezervuarlarının Anadolu’nun rezervuarından farklı olduğu hemen söylenmelidir. Bu anlamda psikanalitik modelin bu topraklara girişinin başlı başına bir serüven olacağı muhakkaktır (İkiz, 2004). Batının bilgi yapısı ve dolayısıyla insan tasarımı Antik Yunan’a ve sonrasındaki Yahudi-Hirıstiyan bilgi yapısına oturur. Bir batı bilgisi olarak Psikanalitik modelin oturduğu insan tasarımı da haliyle aynı yapıya dayanır. Bu bilgi yapısının kaynağı da Antik Yunan’ın ve Avrupa’nın efsane ve hikâyeleridir. Sözgelimi bilmeden annesiyle evlenen Kral Oedipus’un hikâyesi ile Ateşi Tanrılardan çalan Prometeus’ un hikâyesi bugünkü gündelik batılı bilgiye, insan tasarımına yansımaları açısından hemen akla gelen ilk örneklerdir.

Bu efsanelerin mekânı Anadolu olmakla birlikte Anadolu, üzerinden binlerce yıldır gelip geçenleri ya da kalıp yerleşenleri kendi hikâyeleriyle birlikte mayalar (Koç, 2006). Hiçbir hikâye aslına sadık kalamaz, Anadolu bunları diğerleriyle mayalar, sütün peynire dönüşmesi gibi dönüştürür, farklılaştırır. Anadolu, binlerce yıldır farklı kavimleri birlikte yaşatan topraklardır. Grekler, Türkler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar hepsi hikâyeleriyle bir arada sürekli örülür. Aslında bu hikâyelerin çoğu zemin ve yapı olarak Ortaçağ Avrupa’sının hikâye ve efsaneleriyle paralellikler taşır. Benzerlikler tesadüfî olmaktan çok bu hikâye ya da efsanelerin ardındaki mantık düzenini yansıtır. Ama dikkat çekmesi gereken bu benzerliklerin kendisi değil, benzerliklerin daha sonraki zamanlarda başlarına gelenlerdir. Çünkü bu efsane ve hikâyelerle taşınan bilgi, Batı dünyasının Ortaçağ sonlarından itibaren yaşadığı sekülarizasyon ve modernite süreçleriyle, kırılmalara uğramıştır. Bu kırılmaların en başında da bilginin tekilleşmesi yani bilimsel bilgi kökenli sağduyu bilgisine dönüşmesi gelir. Bir anlamda hikâyeler bitmiş, önce tanrılar, tanrıçaları yeraltına sürmüş dünyadaki iktidarlarını ilan etmiş. Sonra Prometeus’ün ateşi tanrılardan çalmasıyla da erkek yeryüzünde Tanrıların iktidarını tek başına devralmıştır. Nihayetinde de, kutsalı kovarak, aklın sahibi kendini gerçeklik üzerinde omnipotant ilan etmiştir.

Anadolu’da ise aynı süreçler farklı yaşanmaktadır. Anadolu modernite ve sekülarizasyonu kendine özgü bir tarzda işletmektedir. Bu kendine özgülüğün en basit göstergesi, batıda olanların tersine, geleneksel bilgi ile modernist-seküler bilginin birlikte gidiyor olmasıdır. Bu anlamda bilgi burada hala ikilidir ve paralel değildir, her iki bilgi yapısı birbirinin içinden sürekli gelip geçer (Arkonaç, 2004). Dolayısıyla insan tasarımları, zihin, bilinç, bilinç dışı batının tersine tekil bir bilgiye bağlı olmaksızın çoklu kaynaktan kendini besleyebilmektedir. Bu anlamda buranın insanları sembolik düzenlerinde bilinmez ile bilinemezliği, gerçek ile hakikati, ya da batılı anlamda gerçek ile gerçekliği bu ikili bilgi içinde, batılı insanın tersine, rahat bir şekilde arayabilmektedir. Bu sebeple kadın, erkek, iktidar kısacası insan tasarımları Batıdakinden farklı bir inşaya sahiptir.

Psikanalizin bu topraklardaki geleceğinin ya da yaşacağı serüvenin kendini dönüştürücü nitelikte olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla bu topraklardaki insan tasarımlarına psikanalizin buradaki geleceği açısından bakmak yerinde olacaktır. Bu çalışma da böyle bir hedefin ilk adımlarından biri olma niyetiyle hazırlanmıştır. Anadolu’nun hikâyelerine odaklanarak kadın-erkek ve hakikat-gerçek tasarımlarını yeniden okumaya çalıştık. Böylelikle gerçeğin sembolizasyonu vasıtasıyla gerçekliğin inşasına, bu inşa içersinde de kadın-erkek farklılığının nasıl inşa edildiğini aslında bir anlamda bu farklılığın nasıl uysallaştırıldığını anlamaya çalıştık.

Şahmeran ve Şehrazat kadınla erkeğin hikâyesidir ama birbirinin aksi yönde örülüdür. Bu coğrafyadaki hikâye ve efsanelerde kadınla erkeğin başından geçenler hemen hemen hep aynı düzlemde yaşanır. Kadın gizemin, gizli olanın bilgisine şahit olandır. Erkek ise bunu arayandır. Aslında bu bilgiyi taşıyıp taşıyamayacağı noktasında sürekli sınandır. Tıpkı İslam ve Psikanaliz adlı kitabında Fethi Benislama’nın yazdığı gibi sır olan, gizil olan hakikate dairdir ve kadının söyleminde mevcuttur. Sır, Hz İbrahim’in oğlu İsmail ile kovduğu cariyesi Hacer’ in çölde gözleriyle şahit olduğu şeydir. Gerçeklik ise erkeğe aittir. Bu anlamıyla gerçeklik düzenin yani erkeğin kendisidir. Anlaşılabilir olandır. Dolayısıyla erkeğin iktidarı gerçeklikteki iktidardır. Ama hakikat bilgisinden eksikli bir bilgidir. Erkeğin ya da düzenin buna ulaşması ancak kadının yani hakikatin sınavından başarıyla geçmesine bağlıdır. Efsanelerde bu sınavı geçen erkek hemen hemen yok gibidir, erkekler gerçekliğin sınırlarına mahkûm kalanlardır.

Beri yandan kadın, hakikat bilgisine şahit olan dolayısıyla bütün olandır. Ama erkekle bu bütünlüğü paylaşmaya teşebbüs edişi de, onun sınavıdır. Sürekli aldanır. Erkekler onu aldatır, Şahmeranda Yemliha her seferinde aldanır. Şahmeran her seferinde saklandığı mağarada hakikati talep eden erkeklere aldanır. Önce Belkiya’ya aldanır sonra Camsap’a aldanır, bu sonuncusu ona ölümünü getirir. Aslında kadın da erkek de bir diğerinde olanın peşindedir: Erkek kadındaki hakikati arar kadın ise erkekteki yani gerçeklikteki sembolünü arar. Bu arayış nafiledir, araya mesafeyi koyan sembolün bizzat kendisidir. Hakikatle gerçekliğin buluşabileceği zannı aşkı doğurur. Leyla ile Mecnun’un aşkı, Camsap’ın Şahmerana aşkı bu zanın peşinde gidişle devam eder.

Binbir gece masallarında Şehriyar’ı tamlayan Şehrazat, Şehriyarı Şehriyarın gerçekliği içinde eğitir. Şehriyar hakikati ancak kendi gerçekliği içinde anlayabileceğinden, Şehrazat bu bilgiyi ötekileştirir, uysallaştırır kısacası sembolleştirir. Bu açıdan bakıldığında Yemlihanın düştüğü hataya düşmez. Yemlihanın hatası verdiği sırrın pahasının ağır olmasıdır: “Hiç konuşmamak”. Konuşmamak demek hakikate dair olanın gerçekliğe çekilmesinin men edilmesi demektir yani sembolleştirilememesi demektir. Sırlar sır olarak kalmalıdır. Sırrı taşımak çok zordur. Kadın sırrı paylaşmak amacıyla erkeği ister ama erkekler sırrı ifşa eder. Erkeklerin bu sırrı içlerinde tutamayışı, ifşa edişi bir anlamda onların, iktidarı kadınla paylaşmak yerine kendisiyle yaşama arzusudur. Bir anlamda hakikatte ve gerçeklikte omnipotant olma arzusudur bu. Erkeğin, sesin (voice), sözün(parole) kendisi oluşudur. Ses ya da söz (erkek) hakikati ancak gerçeklik alanında kendini diline döküldüğünde anlayabilir, o zaman kendisinin kılar ve anlama sahip olur. İşte iktidarını kaybetmenin korkusu da burada başlar çünkü gerçeklik alanında dönüştürülmüş, değiştirilmiş hakikat burada artık sadece sembollerden ibarettir ve semboller sürekli değişir. Çünkü sır sözün içinde dahi kendini saklamaya devam eder. Bugünün mitleri içinde filmleri düşünecek olursak sözgelimi Konstantin filminde ya da Matrix filminde hakikat yine ancak somutta erkeğin sözünde (korkutucu, dehşet imajları yüklenip) ötekileştirilerek resmedilebilmektedir.

Kadının gücü, iktidarı ise tam tersine konuşmamasında ve de konuşma iznini erkeğe vermemesinde yatar. Kadın bu anlamda iktidara yani fallusa sahip olandır. Fallus sırrın kendisidir. Sır her zaman onunla birlikte gittiğinden kaybedeceği sır değil erkekteki sembolüdür. Ya Yemliha gibi kendini feda edecek ya da Şehrazat gibi erkeğin dünyasında hakikati gerçeklik dünyasına dönüştürerek hayatta kalacak ve erkekteki sembolünü inşa edip ona sahip çıkacaktır. Bu sebeple kadın erkeğe yalan söyleyecektir. Yalan kadının hayatta kalışının teminatıdır.

İnsan olmanın sıfır noktasındaki tarifi kadınla erkeğin farklılığında, bilinmez olanla bilinemezin imkânsız olan karşılaşmasında yatıyor ise psikanalizin bu ülkenin topraklarında çok farklı gerçeklik sembolizasyonlarıyla karşılaşacağı muhakkaktır.

Kaynakça

Arkonaç, S. (2004). “Gerçekliğin yerel inşasında kartezyen olmayan özne, öteki, fail” . Arkonaç, S. (kitap). Doğunun ve Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair. Alfa Yayınevi: İstanbul.

İkiz, T. (2004). “Doğu batı kavşağında psikanaliz: psikanalitik özneye bakış”. Arkonaç, S. (kitap). Doğunun ve Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair. Alfa Yayınevi: İstanbul.

Koç, Y. (2006). “Anadolu mayası” Türkiye Günlüğü Bahar (84), 5–39.

Mernissi, F. (2001). Harem’den Kaçan Şehrazat. Alfa Yayınevi: İstanbul.

Zizek, S. ve Daly, G. (2004). Conversations with Zizek. Polity Pub.: Cambridge.

Psikolojinin Dili: İktidarın Dili

SİBEL A. ARKONAÇ

Giriş

İnsanoğlu bilinemezliği ancak bilinebilirlik içinde anlamlandırabilir. Bu çabası da onun gerçekliğini inşa eder. İnsan gerçeklik inşasını sembolik sistemle kurar bu sebeple dilinin inşa ettiği gerçekliği yaşar. Dil bir sembol sistemidir. Bu sistem insanların ortak(sosyal) eylem alanındaki etkileşimlerinde, ortaya koydukları pratiklerde sürekli dönüşüp değiştiği için de anlam mücadelesi devam eder.

Tekil birey diğerleriyle ortak eylem alanında olup bitenin anlamını bu sistemle ortaklaşa inşa eder sonra bunu içselleştirir ve tekrar ortak eylem alanına sürer[i]. Hep birlikte inşa edilen bu anlam sürekli dönüşüp değişen dilden ibarettir. 1920’lerin sonlarında Rus dilbilimci Vološinov[ii] dilin doğasının ideolojik olduğunu, dil de dâhil işaretin olduğu her yerde ideolojinin de olduğunu öne sürmüştü. Dolayısıyla dilde inşa edilen anlam arayışı her zaman ideolojiktir. İdeolojiler yirminci yüzyılın sonunda bitti ama dilde inşa edilen anlamı söylemlerde okumak mümkün.

Bu sebeple bilimin kullandığı dili bilim adamlarının söylemi ya da ortak dillerinde inşa ettikleri anlam olarak okumak mümkündür.

Psikolojinin dili içine doğduğu modernist söylemdir, insana dair açıklamalarını bu dilde inşa eder. Bu dil aslında Foucaultcu[iii] bir açıdan baktığınızda iktidarın kendini çok iyi gizlemiş, güçlü, dönüştürücü, anlam üretici dilidir. İktidar, bireyin etkileşim ve pratiklerinde bu dili kullanarak kendi düzenini devam ettirecek dönüşümün ve değişimin yönünü ve niteliğini manipüle eder.

Sözgelimi 1950’lerin başında Amerika’da başlayıp devam eden, bireyin çoğunluğa uyma/sözbirliğini bozma şartlarının araştırıldığı çalışmalarda birey bir grubun üyesi olarak ele alınmamış, grubun dinamik yapısı göz ardı edilip durağan bir yapı içinde bireyin davranışları kavramlaştırılmıştır. Bu inceleme tarzının temelinde psikolojinin bireyi sosyalliğinden soyutlayarak inceleme eğilimi olduğu kadar, o dönem Amerikan politikalarının halk içinde sesi duyulmaya başlanan komünizm karşısında tek ses oluşunu hangi şartlarda güçlü tutacağı hangi şartlarda tek ses halinin bozulacağının şartlarını ortaya koyduğu da açıktır. Çünkü fenomenin incelenmesinde odak noktası 1980’lere kadar bireyin çoğunluğa nereye kadar uyduğu, oluşan sözbirliğini hangi şartların kırdığı olmuştur.

Zihinsel bir yapı olduğu varsayılan tutumların nasıl değiştirileceği de iktidar-bilgi ilişkileri açısından son derece önemlidir. Tutum geliştirilen nesnenin ne olduğu ya da neden o nesnenin o sosyal bağlam içinde önemli hale geldiği incelenmez. Çünkü varsayılan bağlam içinde hareket eden bireyin bilişsel düzeninde o belli tutumun ikna edici iletişimlerle nasıl kuvvetlendirileceği ya da olumsuzlanacağı, yerine yeni ve arzu edilebilir olanlarının nasıl yerleştirilebileceğinin bilgisi aranır. Birazdan ele alacağım üzere birey sosyalliğinden soyutlanıp, eylemine yabancılaştırılırken aslında edilgen bir varlık olarak tasavvur edilmektedir dolayısıyla manipülatif hale sokulması da kolaylaşmaktadır. Böylelikle psikolojinin diliyle iktidar, bireyin içinde yaşadığı toplumun daha iyileştirilmesi adına, sağlıklı bir ruhsal donanıma sahip, motivasyonu yüksek, iyi ilişkiler geliştiren, her zaman uyumlu, düzeni, grubu, topluluğu çatışmalara götürmeyen bir bireylik bilgisi talebini, bilimsellik etiketi altında yaratabilmektedir. Psikoloji de kendini yegâne arz merci haline sokmaktadır.

Eyleminden Koparılmış Dilsiz Birey

Psikolojide eyleminden soyutlanan davranış tek başına incelenir, kategorileştirilir daha sonra da sayısallaştırılır. Toplumla ilişkisine bakılır ama toplum bütününde ele alınmaz. Toplumdan, sosyal dünyadan ayrı varlık olarak muamele görür. Bu sebeple sosyoloji, tarih, dilbilim gibi diğer bilim dalları ile arasında hiçbir alışveriş yoktur. Sosyal psikolojinin her zaman sosyoloji ile komşu olduğu söylense de bu komşuluk yoktur. Ancak yirminci yüzyılın son dönemlerinde mikro sosyolojiden bazı materyaller(Berger ve Luckmann, 1969; Garfinkel, 1967; Goffman, 1971) alınmaya başlamış ve paradigmatik bir kayışla başka bir pencere açılmıştır. Bu pencereyi ileride ayrıntılandıracağım.

Psikoloji birey ile eylemini ayrıştırır ve eylemini düşüncesinin ya da bilişsel-zihinsel örgütlenişinin bir neticesi olarak okur. Söz gelimi grup aidiyetini zihinsel mekanizmalarında temsil edilen bir algılama üzerine oturtur, bu aidiyetle yapılan eylemin anlamına eylemin ortaya konduğu sosyal bağlama ve o bağlamın diğerleriyle inşa edilişine, manidarlığına, tarihselliğine en önemlisi içeriğine bakmaz baksa bile bilişsel düzeyde belirleyici görmez. Ama sergilenen eylem sosyal ortamda ‘uygun görülmez’ sözgelimi ‘önyargılı’ ya da ‘demokratik olmayan davranış’ olarak yorumlanırsa, bu davranışlarının sebebi olan zihinsel mekanizmanın değiştirilme teknikleri üzerine çalışır.

Bireyin dilinde inşa ettiği anlamalarda iradesini, niyet eden bir varlık oluşunu inceleme konusu yapamaz. Bu durum aslında kullandığı ve savunduğu bilimsel yöntemin dayattığı nesnellik alt dilinden kaynaklanır. Niyet ve iradenin ölçülemezliği (kaydedilip sayısallaştırılamazlığı) bilginin nesnelliğine helal getirecektir. Nitekim aynı sebeple psikolojinin kullandığı dilde inşa ettiği gerçeklik dünyasında davranışın da, kognisyonun da içeriği pek ele alınmaz, genellikle uzak durulur.

Niyetsiz, İradesiz İnsan

Psikolojinin bireyin iradesi, niyetliliği ile her zaman problemi olmuştur. Modernist söylemden hareketle bireyin zihni ile yaşadığı dünya ayrıştırılır. Kişinin diğerleriyle yaşadığı sosyal dünyanın, idrak ve algı mekanizmalarını etkilememekle birlikte daha üst düzey zihinsel süreçlerini sözgelimi hafıza (eksik hatırlama ya da çarpıtılmış hatıralar üretme), düşünme (önyargılı, eksik, taraflı, ayrıntısız düşünmek), niyet etme ve irade kullanımını gibi süreçlerini, dış dünya ile ilgili doğru bilgiyi elde edişini çarpıttığı bunun da davranışlarını değiştirdiği savunulur. Dolayısıyla insanın dış dünyasıyla ilgili doğru bilgiyi elde etmesinde (çünkü dış dünyaya dair mutlak değişmez doğru bir gerçeklik bilgisi vardır) bu işlemlere çarpıtıcı faktör muamelesi edilir ve nesnellik adı altında kontrol altına alınır. İrade ve niyet kontrol altına alınır. Bu yüzden kişinin iradesini ve niyetini edilgen bir dil üzerinden okur, nesnel bir bakış getirerek bireyin kendisine ne gibi ihtiyaçları, arzuları, dürtüleri olduğunu söyler ve bunlarla nasıl başa çıkacağının da (sürekli değişen) reçetelerini sunar. Bunu yaparken bireyin bir kişi olarak zihinsel örgütlenmesini yapısal ve işlevsel olarak merkezde toplar. Sözgelimi önyargılı bir tutumunuz olduğu için insanlar arasında ayırım yaparsınız ya da zaten bilişsel sisteminiz insan doğasına uygun şekilde hatalı kural dizisi izler veya yeterli olmayan motivasyonunuz gerekli zihinsel işlemlerde kestirme yollara sapar. Ama gerekli şartlar sağlanırsa yani motivasyonunuz yeterli düzeye çıkartılır, hatalı işleyen zihinsel kural dizileri düzene sokulursa (ki bunun reçeteleri de psikolojinin dilinde size sürekli aktarılır) her şey istenilen çizgide gidecektir. Dolayısıyla irade kişide değil genelde işleyişinin pek de farkında olmadığı bilişsel-zihinsel sistemindedir veya bilinç dışındadır ya da ondan bağımsız çalışan beyindedir, sinir sistemindedir, hormonlarındadır. Cinayeti işleminizin sebebi hormonlarınızdadır, beyinizdeki sinir hücrelerinin hormonlarla yanlış kurduğu ilişkidedir ya da çocukluğunuzdadır. Bunların anlamı psikolojinin bilimsel dilinde yatar. Medya, terapist, eğitimci yoluyla bu bilgilerin dili anlaşılabilir düzeye çekilir ve kişi kendini bu dilin içinde konumlandırır.

Psikolojik bilginin bilimsel dilini referans alan kişi hissettiklerini, düşündüklerini, arzularını, korktuğu ya da sevmediği şeyleri ölçer, biçer, neticesinde kendisi ile ilgili bir karara varır ve kendini konumlandırır. Gerekirse konumunu daha ‘iyileştirmek’ amacı ile tekrar referansa geri döner, aslında günümüzde sürekli ‘iyi’ halini korumak için referansına yapışır. Doğduğunda, büyütülürken, okula gönderilirken anası babası, daha sonra iş ararken kendini daha iyi takdim edebilmek için, iyi bir çalışan, iyi bir yönetici olmak için, belki karşı cinsle istenilen düzeyde bir ilişkiyi nasıl geliştireceğini öğrenmek için daha sonra ana/baba olma duygusunu öğrenmek için, çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini öğrenmek için sonra da boşanmak için sonra iyi bir emeklilik hayatı için, yaşlanmak için, ölüm duygusuyla başa çıkmak için, ayrılıklarla başa çıkmak için hep psikolojiye başvuracaktır. Aslında bu referansı olmadan adım bile atamaz, her adımında psikolojinin bilimsel diline başvurur ve onun dilini konuşur. Aykırı bulduğu eylemleri de ‘bilimsel olmadığı’(“psikologlar öyle demiyor ama”) gerekçesi ile kolaylıkla meşrulaştırabilir. Çünkü bu bilginin doğruluğu, bilimsel oluşuyla zaten meşrulaştırılmıştır. Böyle bir dil içinde psikolojinin ayrıcalıkları ziyadesiyle bir bilen konumuna yerleşir. Nitekim ülkemiz açısından bakıldığında özellikle 80’li yıllardan itibaren giderek hızlanan psikolojik bilginin yani bireyin psişesi, gelişimi, bireysel ve sosyal eğitimi ile ilgili bilginin medya kurumlarıyla popüler bilgi haline gelmesi neticesinde bütün bir insan, birey kavrayışını dönüştürdüğü görülmektedir.

Eylemine Kavuşan İnsanların Sesi?

1960’lı yıllarla birlikte bilgi sosyolojisindeki gelişmeler, 1970 ve 1980’li yıllardan itibaren psikolojiye ithal edilen materyaller, antropolojiden, dilbiliminden alınan yöntemler, felsefe ile yeniden kurulan bağ ama en derinde her alandaki post modernist söylem psikolojinin diline yeni anlamalar akıtmaya başladı. Dolayısıyla da, 1980’li yıllarla birlikte, çoğullaşan yeni dili ile psikolojinin inşa ettiği anlam-gerçeklik değişmeye başladı. En önemli değişim bireyi sosyalleştirme çabaları oldu. Bireyi eyleminde okumaya çalıştılar[iv]. Benzerlikler ve genellemeler yerine farklılıkları, varyasyonları aramaya başladılar. Daha önce kullandıkları bütün kavramların aslında sadece kültüre özgü olduğunu kabul etmeye başladılar. Bir başka ifade ile psikolojinin kendisi 1990’lardan itibaren diğer sosyal bilimlerle sosyalleşmeye başladı.

Bu sosyalleşmenin ona kazandırdığı yeni dilin getirdiği anlamalarda insan ve sosyal dünya ayırımı ortadan kalktı, zihin-sosyal dünya ayırımı ve zihinsel süreçlerin belirleyiciliği yerine insanların ortak eylem alanlarında sürekli inşa ettikleri anlamaların içselleştirilmesi ve tekrar ortak eylem alanına inşa sürecine katılması ön plana çekildi.

Psikolojinin kullanmaya başladığı bu yeni dile daha yakından bakıldığında bazı noktaların çarpıcılık kazandığı görülmekle birlikte bazı eski problemlerin halen devam ettiğini de söylemek mümkündür. Her şeyden önce psikolojinin edindiği bu yeni dilde tercüme etmeye ve kendileştirmeye çalıştığı anlam sosyolojik olmaktan çok felsefidir. Marx’ın yeni okumaları üzerinden hareket eden bu teorisyenler sosyolojik açılımları ya da mikro sosyolojik kavramlaştırmaları kendi dillerine pek katmamaktadır. Hatta öyle ki bu yeni paradigmayı temsil eden sosyal inşacılar modellerini ve yaklaşımlarını Berger Luckmann’ın gerçekliğin sosyal inşası üzerine yazdıklarına dayandırdıklarını söylemekle birlikte etkileşimi bu noktada bırakmaktadırlar. Söylemler ve kimlikler üzerine çalışmalarına karşın bu kimliklerin pratiklerini sosyolojik dinamiklerle birlikte ele almamaktadırlar. Bu noktada belki de sosyolojinin de psikoloji ile ortak bir dile-anlama yoluna teşebbüs etmemesinin verdiği yabancılık da olabilir.

Ama belki de en önemli sorunları pozisyonlarının meşruluğunu hangi temel üzerinden tartışacakları meselesidir. Sahnelenenin arkasında yer alan, iddialarını destekleyecek, bilindik ve rahat ettirici bir gerçekliğin varlığı olmaksızın psikologlar moral tercihlerini meşrulaştıracak başka kriterler bulamamanın sıkıntısı içindedirler. Bir başka ifade ile eski paradigmanın dilindeki en önemli kavram olan gerçeklik, yapı terimiyle psikologlar insana dair bütün davranış dinamiklerini belirleyebileceklerine inanıyorlardı. Bu yapının ne olabileceği modellenir sonra da davranışlar bu varsayılan modele göre anlamlandırılırdı. Bu modellerin en büyükleri Freud’un psikanalitik modeli ile zihinsel mekanizmaları anlamaya çalıştıkları kognitif modeldi. Şimdi yapılar olmadığına göre, gerçeklik olmadığına göre psikologlar hangi kriterlere göre hangi söylemlerin, hangi kimliklerin, hangi eylemlerin baskın ya da bastırılmış olduğuna karar verecektir? Dahası sözgelimi, bir kimliğin ya da söylemin bazı insanların yaşam şartlarını iyileştirmesine yol açacaksa o konum, o kimlik ya da söylem meşrudur dendiğinde, (temelde yatan bir yapı olmadığına göre, anlamalar sürekli dönüşüp değiştiğine göre) şartların iyileştirmesinden ne anlaşılacaktır? Kendi anlamalarının diğer insanların anladıklarıyla aynı olduğuna nasıl karar vereceklerdir? Bunların önde giden problemlerinden biri de olayların hangi versiyonuna göre okumalar yapılacağıdır, bir versiyon seçildiğinde (ki genelde bastırılan söylemlerin kimlikleri tercih edilir) diğer versiyonlar için bu ayrıcalık nasıl meşrulaştırılacaktır?

Görüldüğü üzere yeni öğrenilmeye başlanan bir dilin inşa etmeye başladığı gerçeklikler ya da anlamalar boşluklarla, eksikliklerle, aksamalarla doludur. Post modernist versiyonunda psikoloji bunların üstesinden gelmek için tekrar dilbilim ve felsefe okumalarına geri dönmüş olmakla birlikte sosyoloji okumaları ve sosyolojik dil alıştırmaları hala aksaktır.

Dönüşen psikoloji ve dönüşen iktidar?

Bu aksaklıklar psikolojik dilin ürettiği bilginin insan ve toplum gibi kendini de dönüştürdüğü meselesini ötelemektedir. İktidarın gizli dili olarak psikoloji bugüne kadar bilimsellik vasfını kullanarak insana kendisi ve yaşadıkları hakkında bilgiler vermiş, bu bilgilere göre onları ‘normal’ ya da ‘anormal’ statüsüne atamıştır. Bireyler de yaşadıkları sosyal dünya içinde bu statülere göre eylemlerini gerçekleştirmiştir. Toplumda anlamı birlikte eyleyerek üretip bunun üzerinden yaşayan bireylerin dilinde bu normallik/anormallik statüleri eski yaşantılarından gelen anlamaları ve bu anlamaların uygulamalarını değiştirmiştir. Sözgelimi Türkiye için birinin yaptığı hareketin kötü ya da fena olduğu ya da herhangi birinin kötü ya da iyi insan olduğu günler halen hatırlanır. Ama bugün hepimiz fena olanı, kötü olanı ‘deli’, ‘hasta’, ‘psikopat’ gibi psikolojik terimlerle anlamlandırmakta bu anlamaların getirdiği eylemlere girişerek ‘adam tedaviye muhtaç’ yargılarına varabilmekteyiz. Kötüler cezalandırılırdı. Ama artık psikolojinin yardımcı olmasını talep etmekteyiz. Psikoloji de bu sefer tekrar yeni sağaltım yöntemlerini piyasaya sürmekte bunu meşrulaştırmakta bu da yeniden dönüşümlere gebe kalmaktadır. Bugün psikolojinin gelişim, klinik ya da sosyal hangi alanı olursa olsun en basit giriş kitaplarında bile temel fenomen olarak ele alınan başlıklar son altmış senedir kendi ürettiği bilgilerin toplumda dönüştürdüklerinin meyvesidir.

Psikolojik dilin ürettiği bilgi kendi gibi iktidarın dilini de dönüştürmektedir. Bunun can alıcı örneğini ülkemiz yaşamaktadır. Sosyolojik dinamikleri bir an için dondurarak pencereye bakacak olursak, son yirmi otuz yıldır bu ülkede psikologların özellikle çocuğun ruhsal gelişimi, psikolojik ve okul eğitimi üzerine popüleştirdiği bilgiler, kişisel hayatın nasıl gelişmesi ve ilerlemesi gerektiği üzerine piyasaya sürdüğü bilgilerle yetişmiş genç insanlar var. Ayrıca bu genç nesilleri yetiştiren biz yetişkinlerin ‘bilimsel olana’ bağlanmamız neticesinde bütünüyle kendimizi verdiğimiz ‘çağdaş, demokratik, medeni’ olma beklentimizle kendimizi de değiştirdik. Bütün bu bilgilerle bireylik bilgimizde dönüşümler yaşamaktayız. ‘Ben’ duygusu dilimize tamamen oturdu[v]. İfadelerimiz, niyetlerimiz, fikirlerimiz ‘ben’ oluşu sürekli ön planda tutacak şekilde değişti. Kim olduğumuz kadar ne olduğumuz doğrudan psikolojik dünyamızın kendisini en ön plana taşımıştır. Artık kurumların kendi açık baskın diline karşı çıkmakta kendi baskın dilimizin sesini işitmek için çabalamaktayız. Dolayısıyla bireylerin iktidarla gizil ve/veya açık ilişkisi bu bilginin dili üzerinden kurulmaya başlamıştır. Bunun da iktidarın dilini yani psikolojinin dilini Türkiye’de değiştireceği ortadadır. Nitekim seneler öncesinde Avrupa’da olanlar bunlardı. İkinci Dünya savaşı sonrasında insanların sosyal dünyalarını dönüştüren yeni yaşantıların dönüştürdüğü anlamalar sosyal bilimleri dönüştürmüş, postmodernizmin içine iktidarla hep birlikte girmişlerdir. Psikoloji bu dönüşüme sonuna kadar direnen alan olmakla birlikte artık kabul etmiş durumdadır. Bununla birlikte dönüşen iktidarın dönüşen dilini konuşarak bilgisini ve pratiklerini üretmeye devam etmektedir. Bireye eylemlerini geri vererek özgürlüğünün yolunu açtığını söylemektedir de, yukarıda bir önceki kısımda da değindiğim gibi, kimliklerin ya da söylemlerin ‘bastırılmış’ kimlik olduğuna kim karar verecektir? Sokaktaki adamla aynı dilin anlamalarını ürettiğini neye dayanarak söyleyecektir?

Değişmeyenler

Bireyin merkeziliği, tekilliği batılı kültürün nüvesidir, bilimin söylemi dolayısıyla psikolojinin söylemi de tıpkı bu kültürün dilinin bir versiyonudur. Kurduğu iktidar da bu niteliği taşır. Psikoloji bilimi İkinci Dünya Savaşı sonrası ama özellikle 1970’ler sonrasında batı dışı kültürlerde de yaygınlaştı. 1980’ler de giderek artan kültürler arası araştırmalar kültürler arası psikoloji araştırma alanı altında kurumsallaştı.

Bu kurumsallaşma psikoloji biliminin doğasında yatan tekilci anlayışa ve kavrayışa çok kültürlülüğün zenginliğini getirmedi. Aksine içinden çıktığı kültürün bireyci iktidarının her türlü söylemini içine girdiği her batı dışı kültürün dilinde üretmeye başladı.

Bunun en çarpıcı örneği gelişim psikolojisinde yaşanır. Batı dışı toplumlarda psikolojinin birey merkezli gizil dili o kültürün dilinde üretilmeye başladı. Bugün dünyanın her yerinde “self esteem”, “self confident” v.b.g başlıklar altında ben oluşu en önde tutan psikolojik kavramlar bizzat gündelik hayata ve dile girmiş durumdadır. Eğitmenler ve ebeveynler bu psikolojik özellikleri esas ve hedef kabul etmektedirler. Hâlbuki bu kavramlaştırmalar batının kendi kartezyen zihin anlayışının sosyal dünya ile zihni ayrı tutması sebebi ile öznenin, gerçekliği kendinden belirleyen olma vasfının türevleridir. Dolayısıyla bu psikolojik başlıkların da psikolojinin içinden konuştuğu modernizmin liberal hümanizm ya da liberal birey söyleminden ve de pratiklerinden beslendiğinden bahsetmeye sanırım hiç gerek yok.

Psikoloji biliminin bütün dünyada yapılıyor olması onu çok kültürlü yapmıyor. Aksine çıktığı kültürün doğasındaki tekilliği güçlendirmeye devam ediyor. Bireysellik bilim fabrikasında farklı kültürlere göre o kültürün dilinde üretilmeye devam ediyor.

İktidarın bilgisine karşı çıkış olan post modernist psikolojinin de bu çizgiden ayrılmadığını söylemekte bilhassa fayda var. Gergen’in[vi], editörlüğünü yaptığım kitap[vii] için yazdığı “Batının psikolojide kendi kendine konuşmasından karşılıklı küresel konuşma” başlıklı yazısını gördüğümde karşılaştığım manzara aynen buydu. Psikolojideki dilin ben merkezli dilinden kurtulmasının dinamiklerini aktardıktan sonra karşılıklı küresel konuşma adına diğer kültürlerin bilgisinin bu dile katılımından bahsediyordu ama bu katılımın şartlarını yine özgün psikoloji dilinin belirleyeceği ortadaydı. Nitekim Shotter[viii] post modernist psikolojinin temel modellerinin de aynı çizgide gittiğine, Kartezyen bireylik bilgisinin gizil bir bilgi olarak kullanılmaya devam ettiğine dikkat çekmektedir:

“…hala bizden bağımsız bir başka dünyadaki bir başka hayatın doğasını aslında kendi bağlamımızda bilmeye çabalayarak, yakalamaya çabalıyoruz. Hâlbuki ben (yazarın kendisi), ötekinin dünyasına ‘katılmayı’ kapsayan ve ötekinin bizden bağımsız olmak yerine, bizimle ilişki içinde kendine ait hayatıyla birlikte “bir şey” olduğunun anlamını yakalayan bir şeyin ana hatlarını çizmeye çalışıyorum- yani “onu” kendi şartlarımızdan ziyade “onun şartlarında” bilmek, “onun” hayat biçiminde soruşturmalarımızı yazdığımız beyanlarda konuşan “sesinin” işitilmesi.” (s/195–196).

Herkesi kendi şartlarında kendi hayat biçiminde soruşturup anlayabilmek ve onun kendi sesini işitebilmemiz için yeni bir dünya düzenine ihtiyacımız olduğu aşikârdır.



[i] P. Berger, ve T.Luckmann, “The Social Construction of the Reality: A Treatise in the Sociology of Knowledge”, NewYork: Doubleday and Co., 1966.

[ii] M.Holborow,“Putting the social back into language:Marx, Volosinov, Vygotsky reexamined. 2006, Studies in Language and Capitalism (1) http//languagecapitalism.info, 1–26

[iii] M. Foucault “Bilginin Arkeolojisi”, İstanbul, Birey Yayıncılık, 1999.

[iv] K. Gergen, “Sosyal İnşa:Batının Psikolojide Kendi Kendine Konuşmasından Karşılıklı Küresel Konuşmaya” Sibel Arkonaç (hzr.,) Doğunun Batının Yerelliği:Bireylik Bilgisine Dair. İstanbul: Alfa Yayınları, 2004, 3–34.

I. Parker, “Discourse Dynamics: Critical Analysis for Social and Individual Psychology”, London: Routledge, 1992.

J. Shotter, Conversational Realities. London: Sage Publication, 1993 .

[v] S.Arkonaç, “Psikolojide İnsan Modelleri”, İstanbul: Alfa Yayınları, 1999.

S.Arkonaç, “Gerçekliğin Yerel İnşasında Kartezyen Olmayan Özne, Öteki, Fail”, S.Arkonaç (hzr.,).”Doğunun Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair.” İstanbul: Alfa Yayınları, 2004, 249–274.

S. Arkonaç, “Psişenin Sömürgeleştirilmesi: Kendi İnsanımızı Anlamada Çekilen Sıkıntılar”, 25 Aralık 2005’te İ.Ü Psikoloji Bölümünde düzenlenen Sosyal Bilimlerde Yerli Bilginin Aranışı başlıklı toplantıda sunulan basılmamış bildiri.

[vi] K. Gergen, “Sosyal İnşa:Batının Psikolojide Kendi Kendine Konuşmasından Karşılıklı Küresel Konuşmaya” Sibel Arkonaç (hzr.,) Doğunun Batının Yerelliği:Bireylik Bilgisine Dair. İstanbul: Alfa Yayınları, 2004, 3–34.

[vii] Sibel Arkonaç, Doğunun Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair. İstanbul: Alfa Yayınları, 2004,

[viii] J. Shotter, “Sosyal İnşacılığın Ötesinde: Kartezyen Özne ve Faili Yeniden Düşünmek ve Yeniden Cisimleştirmek.”Sibel Arkonaç (hzr.,) Doğunun Batının Yerelliği:Bireylik Bilgisine Dair. İstanbul: Alfa Yayınları, 2004, 161–199.