25 Ocak 2022 Salı

Psikolojinin Türkiyedeki Geçmişi II

 Psikolojinin Türkiye’deki Geçmişi  II


Prof.Dr.Sibel A. Arkonaç


I-

19.yüzyılın ikinci yarısı başladığında psikoloji, bilim olarak sınırları henüz çizilmekte olan bir bilim dalı idi. Bu hali ile yeni bir bilim dalı idi ama felsefede bir spekülasyon alanı olarak geçmişi çok eskiydi (Farr,1996) Geçmişi uzundu ama tarihi çok kısa idi. Burada tarih olarak işaretlenen bir bilim olarak tarihidir. Bu tarihten önce olanlar, psikolojinin geçmişi ile şimdiki hali arasında bir ayırım yapmakta kullanılmıştır. Sözgelimi felsefî spekülasyon konusu olarak işaretlenen bilinç, irade idrak gibi konular pozitivist anlayış sebebiyle metafiziğin yani bilim öncesi dönemin konuları olarak yorumlanır (Farr, 1996). 

O dönemlerde Wilhelm Wundt (1874, 1894) ve William James’in (1890) bilinç ve irade  gibi kavramları felsefî çerçevenin dışına çıkarma teşebbüsleri henüz başlamıştı, yayınları bu yüzyılın son çeyreğini görecekti. 

Bu dönemdeki tartışmaları, Osmanlı aydınları da takip etmekteydi (Ülken, 2018; Akgün,1999, Özlem,2002). Çok yönlü batılı bir sosyal bilim ve felsefe formasyonu içinden hareket etmekteydiler. İrade, bilinç, idrak gibi kavramları, felsefî düşünce akımları içinde ele alıp tartışmaktaydılar (Bilgin, 1988). Ama ilgilenme sebepleri, batılı düşünür ve felsefecilerin yaptıklarının tersine, meselenin kendisinin ne olduğu üzerine değildi. Yani sözgelimi bilincin hallerinin kendisi soru haline getirilmemişti. Tıpkı felsefî akım ve görüşlerde yaptıkları gibi bu düşünce ve akımların Osmanlı dünyasına sağlayabileceği ‘faydalı’ siyasî, toplumsal-beşerî sonuçların neler olabileceğinin peşindeydiler. Bireye, insana dair düşünce ve felsefî görüşleri takip etmekteki hedefleri; Osmanlı’da başlatmak istedikleri yenilikçi bir toplum ve insan anlayışını yapılandıracak, sonrasında da uygulayabilecek bir model kurmaktı. Bu suretle de batılı medeniyetler seviyesine ulaşmaktı. Bu sebeple psikolojinin Türkiye’deki geçmişinin izlerini, bu amaç ve hedef içinde aramak gerekir.

İlk baskısını 1964’de İngilizce yaptığı kitabında Niyazi Berkes(2002) 1830’lara kadar gelen dönemde Avrupa fikrîyatının Osmanlı fikrî hayatı üzerinde herhangi bir izi ya da etkisi olmadığından bahseder. 1830’lar bilindiği üzere Tanzimat dönemidir. Bu dönem, İmparatorluğun güçlenip ayağa kalkmasında Avrupa düşünce ve fikirlerinin yönetimsel, kurumsal düzeyde sözgelimi eğitim ordu ve sağlık alanında uygulanmaya başlandığı ilk dönemdir. Devlet ve kamu işleyişinde, o sırada batıya yön vermiş olan medeniyetçilik ve terakki yani ilerleme fikri ile, aksayan ve kötüleşen herşeyin haledilebileceğine inanç tamdı. Bununla birlikte, beklenen siyasî değişmeler gerçekleşmiş olsa da, Ülken’in 1948 yılında yazdığı meşhur Türk Düşünce Tarihi başlıklı kiştabında da belirttiği gibi  (2018), cemiyet yani toplum yaşantısında beklenen herhangi bir değişiklik ortaya çıkmamıştı. Birinci Meşrutiyetle birlikte fark edilen (1850’lerde JönTürk düşünceleriyle başlayıp Birinci Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı 1876 yılına kadar geçen dönem), siyasî değişmenin tek başına yeterli olmadığı idi. O güne kadar Tanzimat döneminde üst düzey kurumlarda yapılan yeniliklerin cemiyet yaşantısına yani topluma indirilemediği anlaşılmıştı. Sözgelimi İmparatorluk sınırları dahilinde ilköğretim ve lise düzeyinde okullaşma yaygın değildi yanısıra okul sayısı da çok azdı. Hatta bu yüzden1869 da açılan İlk Darülfûnun’a gerekli ve yeterli nitelikte rüştiye-lise mezunu bulunamamıştı. Bu sebeple yeterlilik ya da hazırlık adı verilen sınıflar açılmıştı (İhsanoğlu,2010; Berkes, 1964/2002). Osmanlı aydınları arasında, toplumun yapısında birtakım değişmelerin yapılması gerektiği kanaati hızla taraftar bulmaktaydı. 

Bu değişmelerin neler olması gerektiği ve nasıl olacağı Osmanlı düşünce ve fikir alanında yapılan tartışmaların biricik konusuydu. Bu tartışmalara kaynaklık eden batılı felsefî yaklaşımlardı ama bu okuma ve tartışmalar, yapılan yayınlardan da anlaşıldığı üzere bir düşünce, bir fikir, bir felsefe meselesi olmaktan çok günün siyasî ve iktisadî sorunlarına pratik hızlı bir cevap arayışı idi (Ülken,2018). Düşünce ve fikirler; siyasî ve pratik hedeflerden bağımsız değildi (Bu dönemin düşünce ve fikriyat hayatı ile ilgili okudukça fark ettiğim şey, bütün bir 20.yüzyıl boyunca cumhuriyet aydınlarının da aynı çizgiyi takip ettikleri oldu. Torun dedenin çizgisinden hiç ayrılmamıştı. Fikrin kendisinden ziyade sosyal kullanışlılığı ya da uygunluğu, toplumun değiştirilmesine olan gücü çerçevesinde değerlendirilip popülerleştiriliyordu.). Sözgelimi toplum ve siyaset felsefesi ilgilerini çekiyordu ama esas onların ilgisini çeken, bu çerçevenin felsefî düşüncede, sosyal ağırlıklı oluşuydu. Kendilerini bu çekici gelen noktadan uzaklaştırıp, fikrin kendisine odaklanamıyorlardı (Kafadar,2000; Akgün, 1999; Sarı, 2015; Berkes,2002; Ülken,2018). Batı felsefe ve düşünce sistemi, yanısıra bilimsel fikirler sadece,yıkılmakta olan İmparatorluğun ayağa kaldırılması adına çözüm arayışlarıyla okunup tartışılıyordu. Ya da bir başka ifade ile günün sosyal ve siyasal sorunlarına bir cevap, bir yol, bir usûl arayışıydı. İşleyişi düzeltilecek bir imparatorluğun, bir devletin toplumsal ve insan yapısının ne olması ne olmaması gerektiği üzerine, pozitivist, materyalist  ve evrimci (evolusyonist) tarafların tartışmaları yaşanıyordu (Demir ve Yurtoğlu,2001). 


II.

Halkın eğitilmesi ve aydınlatılması fikri Tanzimat aydınlarından bu yana okumuşlarımızın başucu kavramlarındandır. Halkı eğitmek, batılı metinleri özellikle de fen bilimlerinin metinlerini halk içinde okunur kılmak adına tercüme faaliyetleri, Tanzimat dönemi ile başlar. Amaç, bu bilginin yayılmasını ve benimsenmesini ve dolayısıyla toplumun kendini değiştirmeye başlaması idi. Cumhuriyetin ilk yıllarında (1935) tercümenin rolü üzerine yayınladığı kapsamlı çalışmasında Ülken (2020), bu tercüme faaliyetlerinin ilerleyen yıllarda duraksadığını ama I.Meşrutiyet döneminde tekrar canlandığını belirtir. 

1861’de “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye” cemiyeti kurulur ve cemiyet 1862’de “Mecmua-i Fünun” dergisi çıkarmaya başlar. Adı üzerinde bir ‘Fenler Dergisi’dir ve amacı pozitif bilimleri halk düzeyinde tanıtmak ve yaygınlaştırmaktır. Bir diğer cemiyetin “Cemiyet-i İlmiye”nin yani İlimler Cemiyetinin çıkardığı “Mecmua-i Ulûm” dergisi-İlimler Dergisi’nin  de (Turan, 2010; Ülken,2018; Berkes,2002) amacı aynıdır. Halkın anlayıp ve faydalanacağı  düzeyde fen ilimlerinin tanıtılması ve bu bilginin yayılmasını sağlamaktır. (Osmanlıda fen ve ilim ayırımı önemlidir, bu ayırımın üzerinde konuşmak gerekir. Fen-ilim ayırımını ve içeriğinden ne kastedildiğini bu yazı içinde birazdan ele alacağım) Edebiyat, tarih alanından tercümeler başlar. Felsefeye ilgi arttığından Büchner, Nietzsche, Machiavel’den tercümeler yapılır. Ahmet Cevdet, Gustave LeBon’dan çeviriler yapar. Bunu Giridîzade Ahmet Saki Bey ile Köprülü Fuat Bey’ler takip eder (Ülken,2020). Ama daha da önemlisi, psikolojik bilginin oturduğu felsefî zemin olan Descartes’ın Discours de la Methode adlı eseri İbrahim Ethem bin Mes’ut tercüme eder (Ülken,2020). 

Ülken (2020) bu dönem psikoloji ile ilgili tercümeleri diğerlerine oranla daha düzensiz bulur. Ayrıca dönemin telif eserleri olarak baktığımız eserlerin aslında yarı tercüme olduğuna işaret eder. (Bugün bu halin izlerini görmemek mümkün değil maalesef) Nitekim benzer bir saptamayı Şeyma Turan (2010) da yapmaktadır. Eserlerin hiçbirisinde, Batılı bir kaynaktan tercüme edildikleri yazmamaktadır ama bu kaynaklardan faydalandıkları da ortadadır (s.18). 

Bir çok yazar (Ülken,2020; Turan, 2010; Akgün,1999; Batur,2006) psikoloji ile ilgili ilk eser olarak Hoca Tahsin Efendi’nin(1811-1881) Psiholoji Yahud İlm-i Rûh kitabını işaret eder. Ölümünden yaklaşık on sene sonra, 1891-92(1310) yılında öğrencisi Nadirî Fevzi Bey eliyle bastırılır. Faruk Akgün’e (1999) göre kitabın 1873 yılında yazıldığı anlaşılmaktadır.

Nadirî Fevzi Bey bu kitabı, Hoca Tahsin’in diğer üç kitabı ile birlikte yayınlar. Bu üç kitap şunlardır: 

Esrâr-ı Âb u Hava’: (1891-92/1309 ); 

Esâs-ı İlm-i Hey’et’: (1893-94/1311) Astronomi ile ilgili;

Tarih-i Tekvîn yahut Hilkat’: (1892-93/1310) Jeoloji ve Astronomi hakkında.


Bu üç kitap ile birlikte Psiholoji Yahud İlm-i Rûh kitabı,  Külliyât-ı Hoca Tahsin’den’ adı altında 1891-1892 yılları arasında yayınlanmıştır (Akgün, 1999). Bu kitapların yazılıp yayınlanmasındaki ortak amaç, dönemin anlayışına son derece uygun bir şekilde, halkın diline uyarlanarak bu yeni fen bilimlerini (bu kavramı birazdan ele alacağım) tanıtmak ve benimsetmektir (Akgün, 1999). 

Hoca Tahsin Efendi’nin bu kitaptan önce ve Darülfûnda derslere başlamasından da önce, ruh konusundan verdiği özel derslerde ve çeşitli yazılarında sürekli bahsettiği biliniyot (Kılıç, 2015 ve Turan, 2010). Ama bu ruhsal ve zihinsel faaliyet konusunu Psiholoji Yahud İlm-i Rûh kitabında bu sefer tek başına ele alır. Ruhsal faaliyetleri ya da bir başka ifade ile zihinsel faaliyetleri fizyolojik esaslara dayanarak açıklamaya çalışır (Kılıç,2015). Fizyolojik unsuru ruhsal hadisenin esası ya da asıl sebebi olarak görmez tersine bu faaliyetlerin sadece bir şartı olarak kabul eder. Bu duruşu Kılıç’ a (2015) göre Hoca Tahsin Efendiyi, kendini yakın hissettiği ya da yakın durduğu zamanının baskın materyalist düşüncesinden uzaklaştırır. 

Turan (2010) çalışmasında Hoca Tahsin Efendi’nin Psiholoji Yahud İlm-i Rûh kitabında fennin konusu olan özellikle zihin  ve şuur kavramlarını, ilmin bilgisi olan nefs kavramıyla birlikte nasıl ele aldığını inceler. Turan’ın (2010) bu analizi, yapılabilecekler arasında hem bir ilk hem de çok değerli bir ilktir. Psiholoji Yahud İlm-i Rûh kitabının içeriği çok katmanlı değerlendirmelere muhtaçtır ve başka araştırmalara konu edilmelidir. Burada sadece işaretlemekle yetiniyorum (gelecek bölümde Hoca Tahsin Efendi’nin hayatını ve görüşlerini ele alacağım).

Nadiri Fevzi, Psiholoji Yahud İlm-i Rûh kitabına yazdığı mukaddimede (önsöz) o zamana kadar psikoloji fennine dair Türkçe’de bir yayın olmadığına işaret eder (Turan, 2010). Bu anlamda Hoca Tahsin Efendi’nin bu kitabı, Osmanlı entellektüel dünyasında bir ilk sayılabilir.

‘Eserin Batı tarzında yazılmış ilk eser olarak kabul edilmesinin nedeni -her ne kadar klasik nefs teorileri çerçevesinde sunulmuş olsa da- bilimsel konu ve terimlere, deney ve gözlem verilerine yer verilmesi ve dahi bu ameliyenin bizzat “psikoloji” adını taşıyan bir kitapta gerçekleştirilmeye çalışılması dolayısıyladır diyebiliriz. 

Şunu da eklemek gerekir ki; araştırmamız süresince bu eser dışında hem bu bilime dair incelediğimiz eserlerde hem de diğer kaynaklarda o dönemde “psikoloji” teriminin kullanıldığına ya da kullanılmış olduğuna dair bir ibareye rastlamadık. Bu anlamda “Psiholoji yahut İlm-i Ruh” adlı eserde bu bilim dalını tanımlarken kullanılan psiholoji ve psiholocya, marifet-i nefs-i nâtıka fenni, fenn-i ahvâl-i ruh gibi müteradif terimlerin de bu bilim dalını ülkemizde tanıtma çabasının en açık göstergelerinden olduğu ifade edilebilir.’( Turan, 2010 s.39-40,), 

(Osmanlılarda İlk Modern Psikoloji Kitapları (1869-1900) başlıklı yüksek lisans tezinde Şeyma Turan (2010) Hoca Tahsin Efendi’ nin Psiholoji Yahud İlm-i Rûh adlı kitabını çok başarılı bir şekilde ele alıp irdelemiştir. Ayrıntılar için çok iyi bir başvuru çalışmasıdır.


19.yüzyılın son çeyreğinde ardı ardına çıkan diğer telif kitapları şöyle sıralayabiliriz (Turan, 2010; Köse,2013; Kılıç,2015) 

1) Yusuf Kemal (H/1295-M/1878), Gayetü’l-Beyân fi Hakikatü’l-İnsan Yahud İlm-i Ahvâl-i Rûh,  başlıklı eseridir.

3)Ahmed Midhat(H/1302-M/1885) İlhamât ve Tağlitât Psikoloji Yani Fen-i Menâfi’ er-Ruha Dair Bazı Mülahazât. İstanbul, 

4)Rıfat bin Mehmed Emin (H/1311-M/1910). İlm-i Ahvâl-i Ruh ve Usûl-i Tefekkür, Dersaadet: Mekteb-i Sanayi‘ Matbaası,.


İster telif ister tercüme eser olsun, adında ve içeriğinde psikoloji geçen ilk kitabı ya da ilk risâleyi aramak hatta sonrasında Darülfûnun’da verilen dersler arasında psikoloji kelimesini aramak, bizi kelimenin bugünkü kullanımına bağımlı kılar. Bu anlamda ilk kitap ya da ilk eserin aranması da bu bağımlı ilişkinin neticesi olacaktır. Ki ‘ilk’ arayışı son derece sorunlu -politik bir çabadır. Terim ve tasnifin, dönemin ilgili bağlamında kalarak bir süreç halinde yapılması gerektiği düşüncesindeyim. Nitekim bugün dahi, yeni kavram ve kavramlaştırmaların günümüz Türkçesine nasıl aktarılacağı, aktırılanların içinin kullanılan dilde dolup dolmadığı büyük bir meseledir. Bu sebeple 19.yüzyıl sonunda Osmanlı entellektüel dünyasında bu yeni disiplinin adının ve yanısıra kavramlarının Türkçeye tercümesinin serencâmını ayrı bir çalışmada ele almak daha uygun olacaktır.


III.

Buradaki yazı dizisi için önemli olan kıstas, Hoca Tahsin Efendi’nin Psiholoji Yahud İlm-i Rûh adlı kitabının, ‘ruhiyat fennine dair yazılan ilk kitap’ olmasından ziyade ‘ruhiyat fennine’ ait olduğunun belkirtilmesidir. O döneme kadar kullanılan ilim tanımının, Hoca Tahsin Efendi’nin yaptığı şeyden ayrıştırılması ve adına fen denmesi önemli bir dönüm noktasıdır.  Osmanlı son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarında taa ki 1933 yılındaki üniversite reformuna kadar Türkçe yaşantıda fen ve ilim kavramları hep ayrı tutuldu. Medrese eğitiminin dışında batılı anlamda kurulan üniversitenin adı da Darülfünun idi: fenler evi. 

Fen neydi? İlim neydi?

Osmanlı döneminde 19.yüzyılın ilk yarısına gidip baktığımızda, mahalle mektebi ve sonrası ile ilgili (her yüzyılda anlayış ve uygulama değişmiştir) eğitimleri alan ve bazı gereklilikleri sözgelimi Arapça bilgisi gibi şartları yerine getiren gençler medreselerde yüksek ilim tahsiline girdiklerini görürüz. Medrese yüksek ilim tahsil edilen bir kurumdu. Medresede Fıkıh, Kelâm,Tefsir gibi okutulan alanların herbirine ilim, bu ilimlerin tamamına Ulûm denirdi (İhsanoğlu, 2010).

Medresede mezuniyet, o ilmî öğreten/aktaran hocanın şahsî yetkisiyle gerçekleşirdi. Hoca, kendi hocalarının silsilesine bağlı  kalarak bir icazetnâme verirdi (İhsanoğlu, 2010). İcâzetnâme; kişinin ilmî alanda hangi tür bilgilere sahip olduğunu, öğrenim seviyesini, yeterliliğini ve bu alandaki yeteneğini gösteren tahsil belgesi olup aynı zamanda sahip olduğu bu kazanımları öğrencilerine aktarabileceğini ifade eden bir öğretme ruhsatıdır. (Bkz. https://www.icazettendiplomaya.com/mezuniyetbelgeleri/1/icazet-ve-icazetnameler). Sözgelimi medrese öğrencisi, Sibel hocanın öğrencisi olarak icazet ile mezun olurdu. Benim icazet verme yetkim ise bana bu bilgileri aktaran ve kendisinden icazet aldığım Erol Güngör hocadan, onun da öğrencisi olduğu Mümtaz Turhan hocadan gelirdi. 

Medreseler İslam hukukunun vakıf hükümlerine göre kurulur. Yani vakfiyede belirtilen şartlara ve kurallara göre bir medrese kurulur. Vakfiyenin kuralları yüzyıllar boyu dokunulmaz kurallardır. Bir başka ifade ile medreseler kuruluş sebepleri olan vakfiyyelerin belirlediği şartlara göre yönetilirdi bu sebeple de medresedeki idarecilerin salâhiyetleri çok dardır. Vakfiyenin dediklerine göre hareket etmek zorundadırlar.

Bunun aksine batıda üniversiteler Roma hukukuna göre kurulur. “Hukuki özerkliğe sahip tüzel kişilikler” esasına dayalı kurumlardır(İhsanoğlu, 2010). İdarecilerin salahiyetleri geniştir. Öğrenci eğitimini tamamladığında bunu belgeleme tarzı farklıdır. Üniversitede eğitimin sona erdiği belgelenir ve buna göre görev yapma yetkisi, tüzel kişilik kavramına uygun bir şekilde kurum adına diploma denilen belge ile verilir (İhsanoğlu, 2010).

Batıya açılma teşebbüsleri ve Tanzimat dönemi ile birlikte başka bir düşünce ve bilgi sistemi ile karşılaşıldı Bu dönemin idarecileri ve aydınları batıya yöneliş ve fark edilen farklı bilgi sistemi karşısında onlarınkine benzer bir eğitim kurumunun kurulmasında hemfikirdi Devlet ricali de aynı düşüncede idi. Herkes bu eğitim kurumunun medrese eğitiminden çok farklı olduğunu biliyordu. Bu yeni bilgilerin medreselerde okutulan ilimlerle hiçbir ilgisi  yoktu, çünkü burada adına fen denilen yeni bir bilim öğretilecekti. Fen ile ilimi ayıran çizgi ise basitti; Fen; gözlem, deney ispata dayalı bilimler için kullanılıyordu. (İhsanoğlu, 2010). Medreselerde ilim okutulurken bu yeni kurumda fünun-fenler okutulacaktı adı da dolayısıyla Fenler evi yani Darülfûnun olacaktı. O dönemin literatüründe  bu ikisi her zaman ulûm ve fünûn terkibinde kullanılırdı. Ulûm yani medresede okutulan ilimler anlamında, fünundan ayrı kabul edilmiştir. Bu ayrı oluşun ifadesi olarak da yeni eğitim kurumuna darülfünun yani fenler evi adı verilmişti.

Bu yeni bilgi kurumunda psikoloji nasıl oldu da en başından itibaren yer aldı? Hoca Tahsin Efendi burada ne dersleri vermeye başladı ama neden kısa sürdü?

Geçmişi hikaye etmeye devam…



KAYNAKLAR

Akgün, M.(1999) "1839-1920 Yılları Arasında Türkiye'de Aydınlanmanın Uzantısı Olarak Temsil Edilen Felsefi Akımlar", Prof. Dr. Necati Öner Armağanı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XL, ss. 475-498, Ankara

Batur, S. (2006).Türkiye’de psikolojinin kurumsallaşmasında toplumsal ve politik belirleyenler, Toplum ve Bilim,107,1-9 

Berkes, N. (964/2002) Türkiye’de Çağdaşlaşma (hz.Ahmet Kuyaş). Yapı Kredi Yayınları, İstanbul

Bilgin, N. (1988). Başlangıcından Günümüze Türk Psikoloji Bibliyografyası. Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir

Demir,R. Ve Yurtoğlu,B.(2001). Unutulmuş Bir Osmanlı Düşünürü Hoca Tahsın Efendi'nin Tarih-i Tekvin Yahud HiLkatat Adlı Eseri ve Haeckelci evrimciliğin Türkiye'ye Girişi . Nüsha, Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl 1, Sayı 2, Yaz 2001, s.166-196., Ankara.

Farr,R. (1996),The Roots Of Modern Social Psychology. Blackwell, Oxford.

Hoca Tahsin (1310-1891-2) Psiholoji yahut İlm-i Ruh, İstanbul: (Artin Asaduryan) Şirket-i Mürettibiyye Matbaası, Bâb-ı Âlî Caddesi’nde Numara 52. Şeyma Turan (2010) içinde Osmanlılarda İlk Modern Psikoloji Kitapları (1869-1900) başlıklı basılmamış yüksek lisans tezi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Ana  Bilim Dalı, Din Psikolojisi Bilim Dalı. İstanbul.

İhsanoğlu,E.(2010). Darülfünün: Osmanlı’da Kültürel Modernleşmenin Odağı (I.cilt). İstanbul,IRCICA yayınları

James,William. (1890). The Principles of Psychology, Holt:NewYork.  Farr,M.R.(1996) The Roots of Modern Social Psychology. İçinde, Blackwell.

Kafadar,O. (2000). Türkiye’de Kültürel Dönüşümler ve Felsefe Eğitimi. İ;z yayıncılık İstanbul.

Kılıç,R. (2015)Türkiye’de Modern Psikolojinin Tarihi: ‘İlm-i Ahvâl-i Ruh ‘İlmü’n-Nefs/Ruhiyyat. Kebikeç / 40, 21-36.

Köse, N.(2013) Türkiye’de Cumhuriyet Öncesi bazı Telif Psikoloji kitapları Üzerine Bir İnceleme. Fırat Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretimi Ana Bilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.

Özlem, D.(2002) "Türkiye'de Pozitivizm ve Siyaset", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3, İletişim Yay., s.s. 452-464, İstanbul 2002. Ülken, H.Z.(1966/2018)Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi , (14.basım), İş Bankası Kültür Yayınları,Ülken Yayınları,İstanbul.

Sarı,M.A.(2005). Türkiye’de Pozitivizm ve İlk Yansımaları Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 10/14 Fall 2015, p. 635-656

Turan,Ş. (2010) Osmanlılarda İlk Modern Psikoloji Kitapları: (1869-1900),Yüksek Lisans Tezi İstanbul.

Ülken,H,Z.(2020).Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü.(5.Basım) İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul

Ülken, H.Z. (2018) Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. (14.basım), İş Bankası Kültür Yayınları,Istanbul

Wundt,W.(1874) Grundzüge der physsiologischen Psychologie,Leipzig,Engelmann. Danziger,K (1997) Naming the Mind: How Psychology Find Its Language. İçinde. Sage Pub.

Wundt,W.(1894) Lectures on Human and Animal Psychology, 2nd Edition NewYork:Macmillian. Danziger,K (1997) Naming the Mind: How Psychology Find Its Language. İçinde. Sage Pub.

23 Aralık 2020 Çarşamba

Psikolojinin Türkiye'deki Geçmişi I

 


Psikolojinin Türkiye’deki Geçmişi  I


Prof.Dr.Sibel A. Arkonaç


Bu yazı dizisi üzerinde çok zamandır düşünüyordum. Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümüne 1976 yılında öğrenci olarak girdiğim ilk günlerden beri geçmiş hep benimleydi. Memleketin, şehrin, üniversitenin ve bölümün tüm tarihi, geçmişi, hikâyeleri, dedikoduları fakültenin, bölümün odalarında koridorlarında, hergele meydanında anfilerinde bizi beklerdi ama illâ da yaşca büyük hocaların sohbetlerinde, fakülte kurulllarında, emeklilik törenlerinde parça parça söze dökülürdü. 

Bu makale dizisini ben herşeyden önce üniversiteme, fakülteme ve acı tatlı 40 yılımı geçirdiğim bölümüme borçlu olduğumu biliyorum. Anlatılanların, aktarılanların bir şekilde yazıya dökülmeye başlaması gerekiyordu ilk elifi ben çektim umarım arkamdan gelenler olur. 


Giriş

Makalenin başlığını, peşi sıra onu takip edecek ve alt başlıklarıyla birbirinden farklılaşacak yazıları, bir şemsiye başlık olarak düşünmeniz yerinde olacaktır. Amacım, psikolojinin Avrupa’da olduğu gibi memleketimizde de henüz sistematik hale gelmemiş (Bilgin, 1988) ilk dönemlerinden başlayarak, bugüne kadar gelen halini ve vardığı yeri bir yazı dizisi halinde tartışmaktır. 

Türkiye’de psikoloji ile ilgili ilk düşünce ve fikirleri, 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı entellektüellerinin takip ettiği dönemin felsefî akımları içinde görmekteyiz.Bu sebeple psikolojinin Türkiye’deki gelişiminin sistematik bir anlatısını kurgulamak ve tartışmaya açmak için bu dönemden başlamak düşüncesindeyim. Bu anlatıda tartışmaların bağlamını Türkiye tarihindeki siyasî, kültürel ve düşünce hayatındaki kırılmalar oluşturacaktır. Bir başka ifade ile psikoloji ile ilgili ortaya çıkan gelişmeler ve kaynaklar, bu bağlam içinde ilişkilendirilecektir.


I-

Tarih için bir başlangıç gerekir bunun için bir takım kıstaslar belirlenir. Belirlenen bu kıstaslara göre tarih yazılmaya başlanır. Psikolojinin tarihçesi için de böyle birkaç kıstas belirlenmiş ve bu kıstaslar üzerinden tarihçe yazılmıştır. Ana akım psikolojinin ilgili literatüründe ve psikolojiye giriş kitaplarının ilk bölümlerinde hep bu tarihçeyi okuruz. Bilimsel yöntem olarak psikolojide kabul gören deneysel yaklaşımla yapılan ilk deneyler, bu yönteme uygun yazılan ilk kitaplar, ilk araştırmalar, ilk bilim adamları vs. vs. Wundt’un laboratuarını kurup araştırmalarını yaptığı 1879 yılı psikoloji kavramının ve ilk araştırmaların başlangıcı kabul edilir. Ama bu resmî tarih anlatısını içinde taşıyan, daha geniş daha çeşitli anlatıların olduğunu biliriz. (Danziger, 1990,1994, 1997 2013; Farr, 1996; Markova,1991) Nitekim bu anlatılar, ister yazılı olsun ister yazıya dökülmeden kulaktan kulağa aktarılan olsun, resmî olandan daha kuşatıcıdır.

Psikolojinin ana akıma uygun ya da eleştirel tarihçesi üzerine Türkçe’ye çevrilmiş ya da özgün, çok sayıda makale ve kitaba ulaşmak mümkün. Türkçe özgün yayınların içeriklerine bakıldığında da görülen aslında psikoloji bölümünlerinin ve /veya alanların Türkiye’deki tarihçesidir (Kağıtçıbaşı, 1994; Boratav,2004, Başaran ve Şahin 1990, Dökmen, 1995 Toğrol, 1987; Özbaydar, S.1973; Arkonaç, 1995). Tabii yanısıra çok sonraları kurulan Türk Psikologlar Derneği’nden de (https://youtu.be/KghqLYRyQbI) bahsetmemiz gerekir.

Avrupa’da psikolojinin felsefeden bağımsız, modern bir bilimsel disiplin haline nasıl geldiğini irdeleyen çok çeşitli ve çok sayıda çalışmalar ve yayınlar vardır (sözgelimi Markova,1991, Farr, 1996, Danziger, 1990,1997). Ama Türkiye’de psikolojinin kendi başına bir bilim dalı haline nasıl geldiği hiç çalışılmamıştır. Sistemli araştırmalar da yoktur (Odabaşı, 2016; Bilgin,1988). Bu sebeple psikolojinin geçmişini geniş bir çerçevede ve eleştirel bir düzlemde takip etmek zordur. 

Psikolojinin Türkiye’deki geçmişini ya da tarihsel gelişimini yazabilmek için 19.yüzyılın ikinci yarısına gitmeniz gerekir. Batıda o dönemde psikolojiden çok yenilerde bahsedilmekteydi. Wilhelm Wundt ve William James’in, zihin, bilinç ve irade kavramlarını felsefî çerçeve dışına çıkarma teşebbüsleri çok yeniydi, yayınları bu yüzyılın son çeyreğini görecekti. Bu dönemde Osmanlı aydınları bu tartışmaları özellikle yüzyılın son çeyreğinde yakından takip etmekteydi (Ülken,1966, 2018). 1880’lere 1890’lara gelindiğinde psikoloji tıpkı diğer bilim dalları gibi, meşru bir doğa bilimi olduğunun kabul edilmesi için mücadeleye başlamıştı (Farr, 1996). O dönem ve öncesinde psikoloji ile ilgili düşünce ve fikirleri bazı felsefî akımlar içinde buluruz. 

Nuri Bilgin (1988) psikolojinin Türkiye’deki gelişimini de benzer bir hal içinde görmek gerektiğinden bahseder. O sıralar özellikle I.Meşrutiyet döneminde (yaklaşık 1850-1870/80 arası) psikoloji zaten Batıda henüz kendi başına bir bilim alanı olarak kabul görmemektedir. Bu aralar Osmanlı aydınlarının formasyonları da çok çeşitli alanlardan olup, cemiyet ve düşünce hayatındaki faaliyetleri çok çeşitlidir. (Bilgin, 1988). Bununla birlikte bu çeşitli ve bir anlamda dağınık cemiyet ve düşünce hayatlarına bakıldığında psikoloji ile ilgili bazı izlere rastlamak mümkün. Dönemi inceleyen diğer sosyal bilimcilerin çalışmalarında, sözgelimi bir tarih alanında (sözgelimi Kılıç, 2015) ilk telif psikoloji kitapları ile karşılaşmak, ya da I. ve II.Meşrutiyet dönemi ve öncesi Osmanlı matbuatında psikolojiyi inceleyen bir çalışma (sözgelimi Odabaşı,2016) ile karşılaşmanız mümnkündür. Hilmi Ziya Ülken’in halâ alanında yön gösteren çalışması olan Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi (1966, 2018) adlı muazzam kitabında, psikoloji ile ilgili felsefî ve sosyolojik tartışmaları ve bu tartışmaları yürüten dönemin tüm şahsiyetleriyle karşılaşıp tanışmanız sizi şaşırtmaktadır. Sosyoloji (sözgelimi Arık, 2014; Balcı,2014) ve felsefe (sözgelimi Bayraktar, 2002) alanında aslında bugün psikolojiye ait olan (ama bizim haberimizin bile olmadığı) kavramların ve şahsiyetlerin yaklaşımları ve modelleri ele alınıp tartışılmaktadır.  Ama Türk Psikoloji Tarihi adı altında yazılanlarda bu dönemle ilgili hiçbir yazılı çalışma bulamadım. Adeta bu dönemler, önplanda olan kişiler ve çalışmaları, yaydıkları, yayamadıkları etkiler yok kabul edilmiştir. Sadece sınırlı sayıda, Ersin Batur ile Ersin Aslıtürk’ün çalışmalarında bazı dönem ve kişiliklerin ele alındığını gördüm (Batur, 2003,2005,2006; Batur ve AslıTürk, 2006; 2007 gibi). 

II.

Türkiyede psikoloji biliminin geçmişi ile ilgili bir geçmiş okuması yapmaya çalışmak hayli zor. Türkiye’de psikoloji disiplinini, Osmanlı zamanından başlayan toplumsal kültürel ve idarî dönüşümlerle birlikte okumak gerekir. Yanısıra hem Osmanlıda hem de Batıda yeni başlangıçlara sahip psikolojinin, o sıralardaki biçimlenişini takip edecek kıstasların neler olduğuna karar vermek de oldukça zor. Ama hemen ilk akla geliveren herhalde ne zaman sorusu olsa gerek. Psikoloji Türkiye’de ne zaman bir disiplin olarak ortaya çıktı? Bunun için, gözler üniversiteye çevrilir. 

Öyle ise ilk grup soru,  (a) Türkiye’de psikolojinin üniversitede bölüm (ya da kürsü) olarak ilk ne zaman kurulduğu olacaktır? 

Türkiye’de kabul edilen tarih, Almanların kurduğu psikoloji kürsüsüdür (İhsanoğlu,2010; Toğrol,1987; Arkonaç,1995). Ama psikloloji derslerine bu tarihten çok önce 1869 kadar geri gidebileceğimiz bir dönemde Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde rastgeliriz: Felsefe ve Edebiyat Şubesi’nde ‘İlm-i ahval-i nefs’ adıyla okutulacak dersler arasındadır (İhsanoğlu, 2010). Böyle bir ders konuldu ise bu demek ki, Osmanlı entellektüeli bu alanı biliyor ve eğitimini gerekli görüyordu. Darülfûnun kurulmasından öncesine giden bir tanışıklık hatta bilindik bir hal yaşanıyordu. Özellikle Tanzimat ve I. Meşrutiyet ile birlikte yurtdışına okumaya gidenler ya da elçiliklerde üst düzey memur olarak çalışanlar arasında ve hemen sonrasında Osmanlı kültür ve entellektüel hayatında batı felsefesi ve sosyoloji tartışmaları yakından takip edilmekteydi (Ülken, 1966, 2018) Takip edenler, psikoloji, şuur, irade gibi dönemin popüler kavram ve başlıkları ile tanışmışlardı. Daha sonraki kısımlarda ele alacağım üzere Tahsin Hoca Efendi bu kişilerden biriydi. 

Öyleyse biraz önceki sorunun da öncesinde sorulması gereken bir soru var: (b) Darülfûnun öncesi dönemde psikolojinin kavramlaştırmaları ile nerelerde karşılaşıyoruz? 

Bunun için kullanacağımız kriter, dolaylı ya da dolaysız bu kavramlaştırmalardan bahseden bir kitap ya da o günlerin deyimi ile bir risâle veya bir makale olacaktır. Bu da bizi tekrar Hoca Tahsin Efendi’ye götürecektir. Ama böyle bir makale ya da risâle ile karşılaşmamız sorunun cevaplandığı anlamına gelmemeli çünkü hiçbir karşılaşma boşluktan doğmaz. Hemen akla gelmeyen ama tüm yazılıp çizilenlerin orta yerinde duran, üzerinde düşünülmesi gereken bir soru ya da daha doğrusu önemli bir konu başlığı var: Darülfûnun kuruluşundan önce de psikoloji ile ilgili faaliyetler var. Ama Darülfûnunun kuruluşunda hatta ilk taslak çalışmalarında hazırlanan müfredatlarda bile (İhsanoğlu,2010) psikoloji derslerinin konulduğunu görüyoruz. 1908’den sonra da bizzat bir disiplin olarak psikoloji eğitimi, bir alt dal olarak sisteme yerleştiriliyor. Neden?

(c) Darülfûnunda psikoloji dersleri niye gerekli görüldü? Üniversitede yer alış sebebi neydi? Bu bilgi niye talep edildi? Bu bilgiden beklenen neydi? 

Bu soru Osmanlının, batılı üniversitede bulunan disiplinlerin aynısını burada dakurmaya çalıştığı ya da onu taklit etmeye çalıştığı cevabından çok daha fazla soruyu barındırır.

II.Abdülhamid döneminde Osmanlı matbuatının psikolojik yazıları daha çok tercih ettiğini gösteriyor (Odabaşı, 2016). Diğer özellikle de sosyolojik içerikli yazılardan ziyade psikoloji yazıları daha çok tercih edilmiş. Toprak’a göre (2017) günün siyaset tartışmaları içinde sosyolojik tartışmaların aksine psikolojinin bir sistem teklifi ya da sistem reformu teklifi yoktu, üzerine tartışmaları da yoktu. Sadece entellektüel birtakım argümanlar, dönemin bilinç, irade ve insan gibi kavramları üzerinden giden tartışmalar yapılıyordu.  Zafer Toprak’ın bu açıklaması üniversitede psikolojiye neden yer verildiğinin sebebini açıklamıyor. 1915 gibi sihirli ve tartışmalı bir başlangıç tarihi ise çok daha yenilerde kullanılmaya başlamıştır. Ayrıca Odabaşı (2016) ve Toprak’ın (2017) psikoloji üzerine yazıların matbuatta ‘zararsız’ görülme eğilimi ise yetersiz bir açıklama gibi durmaktadır. 

Özellikle 1850’li yıllardan itibaren Osmanlı entellektüellerinin hedefi, İmparatorluğun aksayan ve onu tökezleten sistemini revize edecek yeni ‘modern’  bir bilgi sistemini buraya aktarmaktı. Tüm okumalar ve üzerine tartışmalar bu amaçla yapılıyordu. Berkes’in (1964, 2002) dediği gibi hiçbiri düşünce, akım ya da yaklaşımın kendisini, kendisi içinde inceleyip tartışmıyordu. Güttükleri sosyal siyaset için elverişli bilgi ve modeller arıyorlardı.Toplum odaklı sosyolojiyi kurulması gereken yeni toplum yapısı için takip ederlerken, birey odaklı sosyoloji içinde psikolojik tartışmaları bu toplumun yeni bireyinin kim olması gerektiği ile ilgili bilgi ve yaklaşımlar için takip ediyorlardı. Sözgelimi yeni insan modeli tekliflerini, II.Meşrutiyetin hemen sonrasında o sıralar Istanbul’a henüz gelmiş Mustafa Şekip Tunç’un yazılarında ya da biraz sonrasında Nurettin Topçu’nun yazılarında takip etmek mümkündür. Psikolojinin bu yeni insan modelleri ile ilgili tartışma ve teklifleri, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde pek rağbet görmez. Dönemin acil olduğu düşünülen ve pratik hızlı cevaplar alınmak istenen konusu çocuklardı; çocukların sağlığı ve çocukların kurulan bu yeni sisteme uygun nasıl yetiştirilmesi gerektiği idi. Sözgelimi, 1925 yılının Maarif Nezareti Bütçesi (TBMM Zabıt Ceridesi, 1925-1341) tartışmalarında da bunu görüyoruz Öncelik ilk okullara veriliyor. Türkiye Cuımhuriyeti’nin savaş sonrası iyice azalan nüfusundan, yeni bir nesil yetiştirmek gibi bir dert başlamıştır. En önemlisi de hazinede savaş sonrası para yoktur, yetişmiş öğretmen yoktur. Bir diğer sebep de genç nüfusun 1911’den beri süren savaşlar sebebiyle iyice azalması ( “On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan” Onuncu yıl marşı) ve zaten eski bir sorun olan okullaşamamadan dolayı da Lise ve Darülfûnun’un kontenjanlarının boş kalması olabilir. Ayrıca arkada bırakılan bir kültür ve medeniyet vardı. Yeni kurulan  bu sistemde, genç nesillerin yeni ve modern tekniklerle yetiştirilmesi gerekiyordu. Bu sebeple batıda da o sıralar revaçta olan çocuk terbiyesi ve pedagoji bilgisi talep ediliyordu (Turanlı, 2017; Vatandaş,2011; Bozaslan ve Çokoğullar, 2015). Nitekim 1915 kurulan psikoloji kürsüsünün ilk asistanı olan Ali Haydar (Taner) bey (İhsanoğlu 2010), Almanya’da 1910 yılında tamamladığı pedagoji tahsili (Vatandaş, 2011) sebebi ile Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Ankara’ya gidip Milli Eğitim Bakanlığında Milli Talim Terbiye üyeliği yaptı (Yanardağ, 2018). İlkokul eğitimi, müfredatı ve alfabe üzerine çalıştı (Taner, 1924, 1926). 

Öyle ise bir diğer soru da bu olmalı (d) yeni kurulan bu toplum için dönemin psikolojisinin önerdiği yeni insan modeli ve bilgisi neden rağbet görmedi? 

Bunun cevabını, siyasî atmosfer kadar dönemin bilgisi ve dönemin revaçtaki alanı pedagojinin Türkiye’deki yansıması içinde de aramak gerekir. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun batılı düşünce ve batılı bilimlerle tanışma dönemi Tanzimat dönemidir. Bu bilgi ve disiplinlerin Osmanlı düşünürlerinin sosyal düşünce hayatını doldurup belirlemeye başlaması ise Meşrutiyet özellikle de II.Meşrutiyet dönemidir. Meşrutiyet dönemi ve ilk dönem Cumhuriyet yılları, dönemin pozitivist ve materyalist düşüncesinin hakimiyeti altındadır. Düşünceyi ve bireyi biçimlendirici iddialarının yanısıra birey odaklı ve toplum odaklı sosyoloji tartışmaları, siyasi hayatı şekillendirmesinin yanısıra birey ve bireyden ne anlaşılması gerektiği ile ilgili tartışmaları da barındırır. Bu noktada psikolojinin gelişimini takip etmek bakımından belki de en çok dikkat gösterilmesi gereken alan sosyolojidir (Odabaşı, 2016; Toprak, 2017) . 

19.yüzyılın ikinci yarısında Auguste Comte bilimleri matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji ve sosyoloji olarak sıraladığında psikolojiye yer vermemişti. Stuart Mill ve Herbert Spencer ise bu liste sıralamasını eleştirmiş, biyoloji ile sosyoloji arasına psikolojiyi sokmuşlardı. Böylelikle bu yeni sıralama sosyolojiye temel oluşturmuştu. Sosyoloji, psikoloji temeli üzerinden doğmuştu (Toprak, 2017; Ülken, 1966, 2018). Sosyolojinin psikolojiden ayrışması 20.yüzyılın başlarında Durkheim sayesindedir. Sosyolojiye kazandırdığı işlevsellik sayesinde sosyoloji psikolojiden ayrı bir disiplin haline gelmiştir. Toprak’ın (2017) ifadesiyle ‘psikolojiden bağımsızlığını’ elde etmiştir. Nitekim  o dönem Durkheim, sosyolojinin konu edinmesi gerektiğini savunduğu kollektif temsillerin hocası Wundt’un incelediği kollektif bilinçten farkını anlatıyordu. Durkheim’a göre kolektif fenomenler psikolojik bir fenomen değildi (Arkonaç, 2010 ; Paker, 2004; Moscovici, 1984) . Aynı yıllarda da Wundt, kollektif bilincin bilinçli hadiselerin incelendiği fizyolojik psikolojiden çok farklı bir düzlemde ele alınması gerektiğini antipozitivist bir duruşla Volkerpsychologie’de tartışmaktaydı (Arkonaç, 2010). Kısacası 19.yüzyılın son yıllarında ve 20.yüzyılın başlarında psikolojiden bağımsız bir sosyoloji kurmanın savaşı veriliyordu ve bu mücadelenin öncüsü ve galibi Emilé Durkheim’dı. Psikolojiden bağımsızlığını kazanmış bir sosyolojinin kurucusu idi. Genç Ziya Gökalp’in Selanikte tanıştığı sosyoloji buydu ve onun düşünceleri ile Istanbula gelmişti. Açıkcası anlaşılmaktadır ki Türkiye’de psikolojinin geçmişini sosyoloji içiçeliğinde ele alıp tartışmak gerekir. 

Dolayısıyla buradaki son sorumuzda budur e) Psikoloji ile sosyolojinin ilişkisi, bu geçmiş sorgulamasında nasıl bir yer tutmaktadır? Gökalp’in Durkheimcı tutumu sosyoloji içinde yer alan psikolojik kavramlaştırmaları nasıl bir serencama götürmüştür? Bir başka ifade ile toplum odaklı sosyolojiye geçişte Osmanlı son döneminde ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde birey odaklı sosyolojiye ne olmuştur?

Sözgelimi, 1915’lerden beri devam eden Ziya Gökalp ve Mustafa Şekip arasındaki toplum ve birey ya da yeni toplum yeni birey tartışmalarını Cumhuriyetin kuruluşuna nasıl taşıdıkları, birinin muhalif diğerinin iktidarın kurucu düşünürü haline gelişini ve bunu sonraki kuşaklara nasıl taşıdıklarını konuşmak ve irdelemek gerekir. Türkiye’de ilk Tecrübî (Deneysel) Psikoloji Bölümünü kuran Mümtaz Turhan’ın deterministik bilim anlayışıyla çizdiği devletçi ve milliyetçi tavrının, bilim-Türkiye-gelecek ilişkisini kuran dünyasını ve araştırmalarını, 1940’ların iki defa reform geçiren üniversite anlayışı ve devletin çağdaşlaşma reformları çerçevesinde ele almadan anlamamız mümkün olmaz. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında Fransa’da eğitimden dönüp üniversitede psikoloji dersleri vermeye başlayan Nurettin Topçu’nun, görüşleri sebebi ile kurum dışında bırakılması da ilginçtir. Yeni kurulan cumhuriyetin çeşitli alanlardaki devrim ve iddialarıyla kurmaya çalıştığı bir insan modeli vardır (Bayraktar,2002). Topçu ise artık İmparatorluk sonrası daralan ve değişen cumhuriyet atmosferinde değişmekte olan bu yeni insan modelini oluşturabilecek yerli ögeleri ve esaslarını koymaya çalışmasıyla tanınır. Bununla birlikte o sırada Ziya Gökalp’in görüşlerine göre Ankara’nın ideolojisine muhalif ama sessiz kalan Mustafa Şekip Tunç’un kürsüde tutulurken, Topçu’nun üniversiteden çıkarılıp lise hocalığına atanması tartışılması gereken bir meseledir. Tartışmanın çerçevesi ilerleyen yazı dizisinde Topçu ile Mustafa Şekip Tunç’un öne sürdükleri yeni insan kimliğini inşa edecek yapı taşlarının neler olması gerektiği üzerine argümanları ve bu argümanları çekip aldıkları arkaplan oluşturacaktır. 

Bu arada 1940-60’lar Türkiyesinde kurulmaya başlanan devlet üniversitelerinden beklenenler ve psikoloji bölümlerinin kadrolaşmalarındaki siyaset gözden kaçırılmamalıdır. Bu topraklarda, kültürel ve sosyolojik ve siyasî bir diğer önemli kırılma da 1990’lar Türkiyesindeki dönüşümler ve bu dönüşümün 2000’lerin değişmiş, farklılaşmış insan tipini oluşturmasıdır. Bu bizzat psikolojinin, özellikle de sosyal psikolojinin ele alması gereken bir başlıktır. Psikolojinin bu ülkede tam da bu dönemde başlattığı ya da daha ılımlı bir iddia ile katalizör görevi yaparak, birey algımızda değiştirdiklerini görmemiz ve üzerinde çalışmamız gerekir. 2000’li yıllardan sonra psikolojinin; bireyin kişi, özne oluşumundaki dönüşümünü en temelden, arzularını harlayan ve kurgulayan mimarı ve kontrolörü oluşunu gözardı edemeyiz. Dolayısıyla bu yazı dizisi psikolojinin bu topraklardaki ilerleyişini bugüne kadar getirecektir.

Öyle ise geçmişi hikaye etmeye başlayalım. 









TEŞEKKÜR

Herşeyden önce beni bu makale dizisini yazmaya yeniden cesaretlendiren eski öğrencim yeni meslektaşım Büşra Kızık’a, her yazımda yanıbaşımda bulduğum beni belge, makale, referans ve literatürle doyurup besleyen can dostum Tûba Çavdar Karatepe’ye ve her konuşmamızda mutlaka durup konuyu tartıştığımız Sema Karakelle’ye çok teşekkür ederim.



KAYNAKLAR

 Arık, E. (2014). “Birtakım muğlak ziya oyunları”: Millî Mücadele’de Ziya Gökalp ve Durkheim sosyolojisine yönelik eleştiriler ve Dergâh dergisi. Sosyoloji Dergisi,3. (28), 2014/1, 139-165

Arkonaç, S. (1995). İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü 80. Yıl. TürkPsikoloji Bülteni, 2, 91-95.

 Arkonaç,S. (2010).Kollektif bilinç/kollektif temsiller: Wundt İle Durkheim. Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi,3(21) 2010/2, 103-114  

Balcı, M. E. (2014). Sistem ve/veya eleştiri: Mehmet İzzet’in sosyoloji anlayışı. Sosyoloji Dergisi, 3 (28). 2014/1, 171-194 

Başaran, F., & Şahin, N. (1990). Turkey. Psychology in Asia and Pacific RUSHSAP series, 34, 7-41.

Batur, S. (2006).Türkiye’de psikolojinin kurumsallaşmasında toplumsal ve politik belirleyenler, Toplum ve Bilim,107,1-9

Batur, S. (2005). Psikoloji tarihinde köken mitosu ve George Anschütz’ün hikayesi, Toplum ve Bilim, 102, 168-188.

Batur, S. (2003).Türkiye’de psikoloji tarihi yazımı üzerine. Toplum ve Bilim, sayı: 98, 255-264 

Batur,S. ve Aslıtürk,E.(2007).Muzaffer Şerif’e Armağan. İletişim Yayınları,Istanbul

Batur, S ve Aslıtürk, E. (2006) On critical psychology in Turkey, Annual Review of Critical Psychology, 5,  21-41 www.discourseunit.com/arcp/5

Bayraktar, L. (2002).Mustafa Şekip Tunç Düşüncesinde Model İnsanı Yaratacak olan Eğitim Anlayışı. Felsefe Dünyası 2002/1 sayı 35 160-166

Berkes,N. (2002) Türkiye’de Çağdaşlaşma (hz.Ahmet Kuyaş). Yapı Kredi Yayınları, Istanbul

Bilgin, N. (1988). Başlangıcından Günümüze Türk Psikoloji Bibliyografyası. Ege

Boratav, H. B. (2004). Psychology at the Cross-Roads: The View from Turkey. In M. J. Stevens & D. Wedding (hz.), Handbook of International Psychology, (311–330). Brunner-Routledge.

Bozaslan, B , Çokoğullar,E.(2015). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modern Eğitimin İnşası: Devletin Kurtarılmasından Devletin Kurulmasına. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi , 17 (3) , 309-329 

Danziger, K. (l990) Constructing the subject. Cambridge: Cambridge University Press. 

Danziger, K.(1994) Does the History of Psychology Have a Future? Theory and Psychology 4(4), 467-484.

Danziger, K.(1997) The Varieties of socail construction. Theory and Psychology, 7 (3), 399-416

Danziger, K.(2013) Psychology and its history Theory and Psychology 23(6),829-839.

Dökmen,Z.(1995) Ankara Üniversitesi DTCF Psikoloji Bölümü. Türk Psikoloji Bülteni, 2(3),66-68.

Farr, R. (1996),The Roots Of Modern Social Psychology. Oxford, Blackwell.

İhsanoğlu,E.(2010). Darülfünün: Osmanlı’da Kültürel Modernleşmenin Odağı (I.cilt). Istanbul,IRCICA yayınları

 İhsanoğlu,E. (2010).Darülfünün: Kurumların Oluşması:Fakülteler,Enstitüler ve Kütüphaneler” (II.Cilt). IRCICA Yayınları: Istanbul 

 Kağıtçıbaşı,Ç. (1994). Psychology in Turkey. International Journal of Psychology, 29 (6), 729-738.

Kılıç,R. (2015)Türkiye’de Modern Psikolojinin Tarihi: ‘İlm-i Ahvâl-i Ruh ‘İlmü’n-Nefs/Ruhiyyat. Kebikeç / 40, 21-36.

Markovà, I. (1982) Paradigms,Thought and Language. John Wiley and Sons:London.

Moscovici, S. (1984).The Phenomenon of Social Representations. R. Farr ve S. Moscovici (haz.), Social Representations, içinde (3-69). Cambridge University Press, Maison des Sciences de l’Homme, Cambridge/Paris.

Odabaşı, İ .(2016). Osmanlı Matbuatında Milliyetçilik ve Psikoloji.Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,0(2), 75-117 . DOI: 10.32739/uskudarsbd.2.2.8

Özbaydar, S. (1973).Cumhuriyetin Ilk 50 yilinda Türkiye'de Psikoloji. Cumhuriyetin 50. Yilina Armağan içinde (219-222),Istanbul, İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Yayınları.

Paker,O.(2004) Batı dışı toplumlarda sosyal psikolojiyi yeniden düşünmek: İnşacı yaklaşımın imkanları üzerine bir deneme. S. Arkonaç (hz.)Doğunun ve Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair içinde(203-248), Istanbul, Alfa Yayınları.

Taner, Ali Haydar (1924/1340) Lise ve Orta mekteblerde talebe sicil defterleri tutmaya mahsûs tedkikât-ı ruhiye rehberi. İstanbul : Matbaa-i Amire, 64 s.

Taner, Ali Haydar.  (1926) Milli terbiye. / Ali Haydar. -- İstanbul : Milli Matbaa, 71 s. 

Toğrol,B.(1987) Türkiyede Psikolojinin Tarihçesi. Tecrübi Psikoloji Çalışmaları. 15, 8- 10

Turanlı, E. (2017) Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Türk Ulus İnşası Sürecinde Türk Çocuğu Tasarımı: Çocuk Sesi Dergisi. TRTakademi. 2(4) Çocuk ve Medya.

Toprak, Z. (2017) Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne Sosyolojinin Evrimi: 1908-1945. H.Erbaş(Hz.) Sosyal Bilimler Tarihini Keşfediyor - DTCF Bilim Çevresi ve Sonrası içinde (43-74). Bursa: Sentez Yayın ve Dağıtım ve Öğretim Kurumları

TBMM Zabıt Ceridesi (1925-1341) Altmışaltıncı İçtima  Cilt:15 ,14-29.

 Ülken, H.Z.(1966)Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi , Ülken Yayınları,Istanbul

 Ülken, H.Z. (2018) Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. (14.basım), İş Bankası Kültür Yayınları,Istanbul

Vatandaş, D. (2011). Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Toplumsal Değişim Aracı Olarak Eğitimin Modernleştirilmesi. Istanbul Journal of Sociological Studies,(42), 41-62.Retrieved from https://dergipark.org.tr/en/pub/iusoskon/issue/9546/119219

Yanardağ, A(2018). Erken Cumhuriyet Dönemi Milli Eğitim Tartışmalarında Ali Haydar Bey’in “Milli Terbiye” Başlıklı Raporu Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 63, 387-418.









29 Eylül 2019 Pazar

TÜRKÇE KONUŞAN KİŞİ KİM?


BUGÜN TÜRKÇE KONUAN KİŞİ KMDR? YA DA 21.YÜZYILDA NEFSN PÜR MELAL
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172

Prof.Dr.Sibel A.Arkonaç

ÖZET
Bu çalımanın amacı esasta, bu corafyanın deien, dönüen yeni kiisinin, kendini ve idrak alanını nasıl kurguladıına odaklanmaktır. Bunun için gündelik Türkçe konumalarda hem kendiliklerini hem de anlamı nasıl kurguladıkları ve kurgulama stratejileri analiz edilmitir. Analiz sırasında söylemsel psikoloji ve söylem analizini takiple, konuma boyunca deien, kayan, dönüen benlik inalarına bakılmı, sonra bu inalar arasında tekrarlayan kalıplar aranmıtır. Bu kalıpları kullanma stratejileri gözlenerek kiinin o sırada konuurken neyi, nasıl yaptıı incelenmitir. Karımızda Türkçe konumalarda ahit olduumuz bu yeni kii, gerçekliin anlamını kendi üzerinden ina eden bir kendilik anlayıı kurgulamaktadır. Yani anlamın, gerçekliin dolayısıyla da benliinin merkez noktası, referansı kendisidir. Ama etkileim balamında beliren eylem ve sorumluluun yaptırımlarından, kendini balamda belirsizletirerek, uzak tutmaktadır; buna karın etkileim alanından kendini çekiyor da deildir. ‘Hakkında konumalar’la orada kendi mevcudiyetini devam ettirmektedir.
Anahtar Kelimeler: Türkçe, Benlik naları, Söylem Analizi,

Giri
Corafyanın bu yakasında gerçeklik ve hakikat iki ayrı âlemdir. Gerçeklik ya da gerçek olan, içinde kendimizi idrak edip fark ettiimiz alandır. Bununla birlikte gerçeklik bir hal midir yoksa mekân mıdır? Ya da âlem midir? Hayal âlemi, gerçeklik âlemi gibi katmanlardan biri midir? Kendimizi idrak ettiimiz gerçeklik ile fark ettiimiz gerçeklik âlemi bir olmasa gerek. Bu sorular üzerinde düünmek, özellikle de u birçok tanrıdan birçok anlamın devriilip piyasaya sürüldüü ve kapııldıı u modern dünyada (Chitwick, 2017) kendimizi dert edindiysek, derinlemesine düünmeyi gerektirir.
Hakikat alanının aksine kendimizi ve etrafımızı idrak edip yaantıladıımız ve anlam atfettiimiz alan gerçeklik alanıdır. Kendimize ve etrafımıza bu idrak katmanında anlam verip tarif etmeye çalıırız. Gerçeklik bu corafyada, kiinin anlamlandırmakla yükümlü olduu ve tüm iradesini kullanabilecei yegâne hâldir. Bu hâl ayrıca iradesini gösterebilecei yegâne faillik alanıdır. Bu irade onun tüm güçlülüünden gelmez tam tersine tüm güçlü olmadıı bilgisi gündelik kültürünün bir parçasıdır (Arkonaç, 2004). Tüm güçlülük her zaman bilinemezlik dünyasının failine aittir. Kendisi ise ancak bilinebilirlik dünyasının yegâne failidir ve ne olduuna dair anlamalarını kurguluyacak olandır (Arkonaç, 2007).
İşte bu çalımada Türkçe konuan kiilerin; bu bilinebilir gerçeklik dünyasını idrak düzeyinde, kendini ve idrak alanını nasıl kurguladıına odaklanacaım. Bu suretle amacım,Türkçe konumalarda kendilik kurgularını analiz ederek corafyanın deiip dönüen yeni kiisiyle tanımaktır.
1.Teorik Arkaplan
Psikoloji tüm alanlarında kiiyi iç dünyasına yada esas tanımıyla zihne yerletirir (Stevens, 1996). Bu sebeple insanların eylemlerinde belirleyici olanın algı, dikkat, örenme, hafıza, muhakeme, düünme gibi zihinsel süreçler olduunu öne sürer. Bu zihinsel süreçlerin ileyii, kültürler ve ortamlar arasında ve de zaman içersinde görece deimezdir, ileyii evrenseldir. Dil ise bu zihinsel içsel, süreçlerin sadece aktarıcısıdır. çeriyi dıarıya yansıtan ya da taıyan bir vasıtadır (Stevens,1996). Psikolojinin bugün artık ana akımı sayılan bu yaklaım, etkileimde içsel-zihinsel dünyanın, dıdünya-çevre ve ötekilerle ilikiselliini esas alır. çerisi ile dıarısının etkileimine odaklanır. Bu esas üzerinden de genellenebilir ve tekrarlanabilir benlik modelleri kurar (Rogers, 2003). Türkiye’de de benlik ile ilgili modeller sözgelimi Kaıtçıbaı’nın (2013)
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 2
ve mamolu’nun (mamolu, 2003) modelleri, tamamen bu bilgi yapısına oturur.
1990’lardan itibaren psikolojiyi etkileyen postmodernist akım çerçevesinde sesi duyulan söylemsel psikoloji ve söylem analizi için (Edwards,1997; 2012; Potter, 2012; 2010; Parker,I 2002; 2015) dil, bir kendilik performansıdır. Etkileimde sürekli icra edilendir (Edwards,1997; 2008; Burr, 2012). Bu icraatın çerçevesini oluturan da gerçeklik ve yaantıdır. Bir baka ifade ile konuurken karımızdakilerle sürekli bir kendilik inası ve bu inaanın icraatı içindeyizdir. Bu kendilik inası ve icraatı, her an balama ve gerçeklik yaantısına göre tekrar tekrar yeniden kurgulanır (Edwards,1997;2012).
Dildeki bu icraat, gündelik hayatta, büyük ölçüde karılıklı konumalarda gerçekleir. Bu anlamda konuma bir eylemdir (Edwards, 1997). Kendilik, benlik dediimiz de, konumada gerçekletirilen eylemlerin bir parçasıdır. Bu eylem; etkileim süresince konuanların karılıklı birtakım stratejiler kullanarak kendilerini sürekli yeniden ina edip kurgulamalarını salar. Bunu, söz gelimi karılıklı konumada söz-sıra alılarında, durularını muhatabın sözdeki eylemine göre deitirerek yaparlar. Dolayısıyla kendilik bir kere kurgulanıp daha sonra her yerde belli artlara göre aynı biçimde ileyen bir yapı deildir.
Kendilik konuma esnasında muhatapların sözdeki eylemlerine göre sürekli ve tekrar tekrar ina edilip icra edilir dedim. Kendilik tanımı, etkileimin o sıradaki balamında ekillenir, balam deitikçe de bu tanımlama deiir. Konuanlar bu esnada karılıklı stratejik ekillerde vaziyet konum alırlar. Konuma akıında kii, kendini deien belli konumlara yerletirirken aynı zamanda karısındakini de deien belli konumlara yerletirir (Harre, Moghaddam, Cairnie, Rothbart, Sabat 2009). Etkileimde ina edilen kendilik tanımları bu sebeple deikendir ve o etkileimdeki dier kiiyle (lerle) birebir balantılıdır. Karılıklı söylenenler, konuma etkileiminde yeni balamlar yaratır. Balam deitikçe bu tanımlar da her iki taraf için deiir. Bu da konum-vaziyet alıların deimesine yol açar (Harre, Moghaddam, Cairnie, Rothbart, Sabat 2009). Bir baka ifade ile konuma boyunca özne karısındakine hep aynı pozisyondan hitap etmez. O sırada sözün eylemine göre pozisyonlarını yeniden yeniden deitirerek ina eder.
Özetle, bu çerçevede hareket edildiinde, artık zihin ya da bilinç dıından bahsetmiyoruz. Bunlar yerine bireyin kendi kendine ya da dierleri ile yüzyüze ya da sanal alemde yaptıı her türden etkileim de dahil olmak üzere konutuu dilde, sürekli tekrar tekrar ina edilen ve bu ina ile icra edilen gerçekliklerden ve kendiliklerden bahsediyoruz.
Dolayısıyla tutarlı ve kalıcı bir benlik çerçevesi aramak yerine konuma esnasında balama Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 3
göre sürekli kayan, deien bir benlik inasından bahsediyoruz.
Bu sebeple bu çalımada konuma boyunca deien, kayan, dönüen benlik icraatlerine odaklanmak istiyorum. Bu suretle bu benlik inaları arasında tekrarlayan kalıpları bulup, bu kalıpları kullanma stratejilerine bakarak kiinin o sırada konuurken neyi, nasıl yaptıına odaklanmam mümkün olacak.
Wittgenstein’a göre (1953), ina edilen her anlam, her gerçeklik, yani kiinin kendini tanımlayıı konutuu dil kadardır. Herey dilin sınırları içinde gerçekleir ve anlam kazanır. Dilin sınırlarını belirleyen ise o dilin sentaksıdır. Dilin sentaksı, neyin neyi takip edecei ya da edebileceine dair bir kurallar (grammer) sistemi verir. Burada bu kurallar sistemi üzerinde durmayacaım çünkü sentaksa dayalı bir çözümleme ya da Saussure tarzı yapısalcı bir çözümleme yapmayacaım. Wittgenstein’nın(1953) konuulan dilin sınırlılıı derken vurgulamak istedii dilde oynanan oyunların yani kullanılan stratejilerin (sözgelimi konuma esnasında kendinizden "ben" diye bahsederken "biz" demeye balamanız gibi ya da siz diye hitabın ne zaman sen hitabına döndürüldüü gibi), o dilin içindeki etkileimlerle sınırlı olduudur. Bu sebeple buradaki çalımanın çerçevesi bu etkileimle sınırlı olacaktır.
Anadolu corafyasında çok dil konuulur. Ama baskın olan ve konuulan dier diller arasında iletiimi salayan dil olması sebebi ile Türkçe konumalardaki etkileimi esas aldım. Dolayısıyla bu dilde ina edilen anlam ve bu anlamların kurguladıı benlikleri analiz ettim.
Bu noktada Türkçe kullanımında meydana gelen dönüümleri mutlaka gözönünde bulundurmamız gerekir. Bu dönüümler özellikle semantik yani anlam düzeyinde gerçeklemive özneye vurguyu artıran ve onu önplana taıyan nitelik kazanmıtır (Arkonaç, 2010) . Bu halin bireyin kendilik inasına hem mikro hem de makro düzeyde yeni cepheler açtıı ortadadır. Modernleme süreci Türkiyede özellikle 1990’lar sonrasında gündelik yaantıda, gündelik bilgiyi hızla dünyeviletirdi. Beraberinde taınan liberalleme ve tüketim odaklı hayat, bireyi yaantının tam merkezine oturttu. Gündelik hayattaki bu makro ölçekli modernist dönüümler mikro düzeyde “ben oluları” en ön plana oturttu. Bu sebeple Türkçe konuanların benlik icraatlerini tasvir kadar, bu kurgunun epistemolojik ve ontolojik niteliklerinin ne olduu önem kazanmaktadır. Benim burada yapacaım ey makro- sosyolojik bir analizden ziyade kiiler arası gündelik etkileimsel düzeyde kalıp, mikro analizlerle, kiilerin bu yeni semantik dönüümlerini kendilik icraatlerinde nasıl kullandıklarına bakarak açıklamaya çalımak olacaktır.

Ama önce Türkçe dili hakkında birkaç hatırlatmada bulunmak yerinde olacaktır.
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 4


2.Türkçe dilinin sentaktik ve semantik yapısı üzerine birkaç hatırlatma
Kiilerin karılıklı konumalarında ina ettikleri anlamaların niteliine konuulan dilin sentaktik yapısının etkisini göz önünde bulundurmak gerekir. Sözgelimi ngilizce gibi sentaktik olarak özneyi önceleyen bir dilde konuanların ina ettikleri anlamalarla; Türkçe gibi eylemi önceleyen bir dilde konuanların ina ettikleri anlamaların farklılık gösterebilecei düünülmelidir. Bu iki dilin bu ve bunun gibi sorular üzerinden karılatırılması konumuz dıındadır. Bununla birlikte, bu dillerde konuanların, özellikle ‘kendilerini konuma ekilleri’ farklı olabilecei hatırda tutulmalıdır.
Türkçe dili hem içinde bulunduu corafyaya göre hem de yüzünü döndüü batı corafyasındaki dillere göre bambaka bir sentaktik ve semantik bir yapı arzeder. Türkçede cümleyi ina eden eylemidir. Özne eyleme eklemlenir ve ona göre tanımlanır, biçimlenir. Kii kendini ya da dier kiiyi her zaman eylemden sonra tanımlar ( “Üzüldü-m”). Bütün Türkçe cümlelerde özne gizil öznedir ( “Okula gittim”). Nadiren cümle baında, eylemin sorumlusunu vurgulanmak için kullanılır (“Ben götürdüm”). Batı dillerinde ise özne, düünen özne (cogito) kurgusuna uygun ekilde, her zaman cümleyi ina edendir. Özne eylemden önce gelir. Türkçede ise özne eyleme eklemlidir, bir anlamda özne ikincildir. Cümlede önce eylemi iitirsiniz sonra o eylemi icra eden özneyi duyarsınız. Eyleme bakıp özneyi iaretleyip, seyredersiniz: sözgelimi, gittim, gittik, gitti, gidildi gibi. Türkçede eylem kimseye ait deildir. Mesele gidilmiolmasıdır, kimin gittii her zaman ikincil bir sorudur. Bu sebeple Türkçe konuan, kendini meseleden ayrı tutarak konuabilir (Arkonaç ve Aygül. 2015).
Türkçenin önce ne yapıldıını sonra kimin yaptıını söylemek zorunda bırakan bir kurallar sistemi vardır. Bu kurallar sistemi, gündelik yaantısı içinde kendini, dierlerini ve âlemi bu dildeki çeitli etkileimlerde anlamlandırmaya çalıanların hiç bitmeyen üretimidir. Dünyayı böyle kurmaktadır. Dolayısıyla bu sistem içinde lafın eylemi sürekli sizi iaret ederek peinizden koar. Sizi, sözün içinde “yaptıınız ey” tanımlar. Türkçe konuanların bu kıskaçtan kendilerini kurtaracak belli birtakım stratejiler kullandıı görülür. Eylemin sorumluluundan ya da kendilerini iaretlemesinden kaçınabilmektedir. Yaptıımız bir aratırmada da gördüümüz üzere (Tekdemir,Arkonaç ve Çoker, 2006, 2012) konuanlar o sırada ‘ben’ zamirini ‘biz’ zamirine çevirerek ya da zamiri ortadan kaldırarak kendilerini dorudan iaretlemekten kurtulmaktadır. (Tekdemir,Arkonaç ve Çoker, 2006, 2012)
Türkçe konuanlar hep kullandıkları bu strateji ya da becerinin yanısıra imdilerde yepyeni farklı bir strateji ile kendiliklerini önplana getirmeye baladılar (Arkonaç, 2006, 2007,2008,
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 5
2010) Bunun için de seyrettikleri ya da içinde oldukları âlemi nesneletirip (bir anlamda dondurup) kendilerine nesne bakıı getiriyorlar ve orada seyrediyorlar (Arkonaç ve Aygül, 2015). Bu sırada eylemin sorumluluunu almama ve üstlenmeme stratejisini, kendini tasvir etmenin aracı olarak kullanıyor yani eylemsellii araçsallatırıyor ve eylemden uzak duruyor. Kısacası konuan kii, eylemi ve sorumluluunu üstlenmemeye devam ederken yeni bir strateji ile bu üstlenmemeyi kendini var kılmanın bir aleti olarak kullanmaya baladı. Bu çalımada bunu biraz daha aydınlatarak açıklamaya çalıacaım.
Türkçe gizil özne yapısını çok iyi korumakla birlikte 1990’ların ortasından itibaren cümlenin anlam vurgularında hızla deiiklie uradı. Sentatik(grammer)kurallarını deitirmedi. Kuralları deitirmeden anlam boyutunda özneye yapılan vurguyu en öne geçirdi. öyle bir örnek açıklayıcı olacaktır: benim 1990’lı yılların sonlarında fark ettiim, ama bugün artık insanların yaygın olarak kullandıkları bir kalıp var. Buna göre insanlar konumalarında olayı deil olayın kendileri üzerindeki izini yani etkisini konuuyorlar. Olayın onları ne kadar ve nasıl etkilediinden bahsediyorlar. Ayrıca, gündelik Türkçede eylemi önceleyen özneyi ikincil kılan birtakım yardımcı fiiller (etmek, kılmak, olmak, eylemek v.b.g sözgelimi riske girmek) çok sık ve yaygın ekilde kullanılırdı. Artık bunların yerine, öznenin gücünü iaretleyen yardımcı fiiller (sözgelimi risk yapmak, giriyapmak, katkı yapmak v.b.g) geçmidurumdadır (Arkonaç, 2010). Bu ‘gücünü’ iaretleyen özne, eylemi sahiplenmek ya da sorumluluu taımak (yaparım, giderim gibi) yerine, yapılacak eyleme dair kanaatini ve yargılarını önplanda tutmaktadır (yapılmalı, edilmeli gibi). Hatta eylemle arasına yardımcı fiiller koyarak (sözgelimi ‘üzüntü verici’ ‘üzücü buluyorum’ vbg.) mesafe koymaktadır (yayınlanmamıçalıma,Nebil Bozyiit 2019).
Yukarıda da iaret ettiim gibi Türkçe bir cümlede özneyi, sentatiktik olarak, eylemine bakarak tanımlarsınız, öznenin pozisyonu da burada seyredilir. Yine Türkçe bir cümlede sentatik olarak, eylem öznesinden ve onu gerçekletiren failinden baımsız kalabilmektedir (Tekdemir, Çoker ve Arkonaç, 2006, 2012). Öznenin eylemdeki konumlanıı ise eylem ve sorumluluu ile babaa kalınacaı durumlarda çou zaman sadece kanaat bildiren eylem fiilleri ile gerçeklemektedir (Arkonaç, 2010). Bir baka ifade ile özne eylemde kendini son derece stratejik bir ekilde konumlandırmaktır. Bunu Türkçenin, özne odaklı dillerin tersine, kiiye saladıı bir kıvraklık olarak düünebiliriz (Arkonaç 2003, 2004, 2006). Batılı dillerde sözgelimi ngilizcede ise benlik ve eylemi ancak ve ancak öznesinde kavranabilir dolayısıyla bu özne, eylemini ve bunun sorumluluunu dildeki bu sentaktik kurala göre ina eder (Arkonaç, 2004,2007). Türkçede ise sentaktik kural ise eylemi, özneden baımsız ayrı bırakmaktadır.
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 6
Eylem, özne tarafından sahiplenilmesi gerekendir. lerleyen kısımlarda bu meseleyi daha ayrıntılı ele alacaım.

3. Etkileim Alanında Konuanlar Ne Yapıyor?
Tekdemir (2007, 2012) çalımasında Türkçe konuanların konuma etkileimi esnasında yani konuurken ne yaptıklarına odaklanmıtı. Evde, sokakta, iyerinde, arkadakonumalarında ortak olarak gözledii en önemli ögeler unlardı:
a) Türkçe konuanların konuma esnasında birlikte ortak bir anlama ulamak ya da bir anlam inası gibi bir hedefi yoktur.
b) Konuma esnasında konuulan konunun, balamın kopması önemsenmiyor. Bir baka ifade ile balam takibi ve balamdan kopmama gibi bir hedefi yok
c) Konuma sırasında amacın, sadece ve sadece birlikte konuuyor olmak ve bu birlikteliin kopmaması olduu gözleniyor. Bu sebeple birlikte konuuyor olmak birlikte susmak ve birlikte konumak önemli. Göklem Tekdemir konumanın tek baına kalmamak, birlikte olmak gibi bir gayretle sürdürüldüünden bahseder (Tekdemir, 2007). Nitekim konuma sırasındaki sususüreleri batı dillerindeki konumalarda geçen sususürelerinin çok altında kalmaktadır. Suskunlua tahammül yok gibidir (Tekdemir, 2007). Ayrıca konumalar esnasında konuan tarafların genellikle, kendilerine dayandırdıkları kendi anlam dünyaları içinde kendi anlam dünyalarından konutukları görülmektedir. Bir baka ifade ile etkileimde ortak bir anlam inasına pek gitmemektedirler (Tekdemir, 2007).
Aaıda buna benzer konumalar arasından en tipik olanı örnek olarak verilmektedir. (1.Alıntı)

1.ALINTI
Evde yemek sofrasında baba, anne ve kızının konumaları...
K2: babannem napıyomukonutunuz mu?
E1: konutum iyiymite birol gene çıl-delirmigene (.) ilacı mı bitmine olmurahatsız ediyomu. Bu akam da evden aradılar. Birollan sen konutun mu telefonda?
K1: ne zaman?
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 7

E1: bu akam.
K1: [ yoo
K2: [ birol mu aradı
E1: [sarılmıtelefona sen konumadın mı telefonla? Köyde aradıında?
K1: öylendi o akam deildi
E1: bu it-öylen miydi o?
K1: öylendi
E1:öylen de konutun mu ki?
K1: e konutu:m
E1: konutun ne diyodu sana?
K1: bankadan bana para vermiyolar, havale göndersin zarfla para vermiyolar diyo E1: pekii oo ondan önce telefona o mu çevirdi ııhh
K1: o çevirdi
E1: hı?
K1: o çevirdi!
E1: biri çevirmitir ona vermitir
K1: bilmiyorum
E1: eveet
K1: dün aradıında da o çev-aman o aradı, sonra arkasından
E1: daha önce de mi aramıtı?
K3: abla
K1: ha?
E1: daha önce de mi aramı

(Tekdemir, 2007)
Bir benzetmeyle herkes kendi ‘kalesi’ içinden konumaktadır, kimse kendi anlam kalesinin dıına adım atmamaktadır. Ancak, o da kısıtlı bir ekilde, arkadakonumalarında muhataplar kendi anlam kurularından sıyrılıp ortak bir anlam inasına giriebilmektedirler (2.Alıntı).

2. ALINTI
ki arkadaarasındaki konumalar
1. E2: Bu da kötü ama farkında olmamak (.) farkındalık yaani (1.0)
  1. E1: Farkında olmamak mı kötü
  2. E2: Farkında olmamak kötü aabi (.) abi farkında olsan bilirsin bi süre so:ra kendine (.) ket vurursun
da artık o-
4. E1: e ama bunu sana biri söylemezse insan kendi kendine farkına zor varıyo hani biri söylemeli ona ki (1.0)
  1. E2: Nesi normal nesii fazla nesi az olduunu[ biri söyleyince anlıyosun da
  2. E1: [yaani karındakiyle bi etkileime girmedin ey olamıyosun abi anlamıyosun
  3. E2: bu.nu benim kadar iyi (.) anla ite sana yakın olan biri[ söylemezse 
  4. 8. E1: [ anladım
  5. 9. E2: ya aman ite yakın olmayan biri söyleyemez yani
  6. 10.E1: e elbette canım e beni iyi tanıyan-
  7. 11.E2: direk kendini çeker öyle anladıım ekliyle direk kendini çekerr öyle
  8. 12. E1: Öyle. Ya zaten bu samimiyetle alakalı bi ey bence
  9. (13.0)
  10. 13. E1: sen zaten bunu söylediinde benim rahatsız olmiycaamı biliyosun hanii öyle bi rahatlıın var
  11. (8.0)
(Tekdemir, 2007)

Ortak bir anlam inasına giriildiinde bir anlamda ‘maç’ balamaktadır. ‘Maç esnasında’ iki yada daha fazla kii aralarında mutabık kalacakları bir anlam düzeyini kaybetme korkusuyla hareket etmekte ya da bu düzeyi emniyete almanın gayreti içindedir. Cümleler sürekli, öncekinin lafını tekrarlama ya da tamamlama çabaları içinde kurulmaktadır. Karıdaki dier kii bu lafları tekrarlama (Bkz.2.Alıntı, sıra alı5-6), lafı tamamlama çabasını (Bkz. 2.Alıntı, sıra alı7-8-9-10-11-) emniyete aldıında, ortak anlam inası balamakta yani bir anlamda argümantatif konumalar balamaktadır (Bkz. 2.Alıntı, sıra alı11-13).
İşte tam bu sırada konuan muhatabında, bir benzetme ile, kendi izdüümünü yakalamıtır. Ama eer Çoker’in (2007) çalımasında gözledii gibi, taraflardan biri dierini (“hıı, evet”,“tabii tabii” eklinde) olumlamıyorsa, bu kii tehdit olarak görülmekte ve olumsuzlanmaktadır. Çünkü kii anlamı dier kii ile birlikte kurmamaktadır aksine kendi anlamını kurmaktadır. Etkileim esnasında kii, karısındaki kiide kendi anlamalarının varlıını arama ya da kendi anlamını karısındaki kiide görme çabası içindedir (Arkonaç,2010). Bir anlamda sanki kendi anlamasının izdüümünü karısındaki kiide arayıp seyretme çabasında gibidir. Bu izdüüm beklentisi karılanmadıında, dier konumacı kii bir tehdit unsuru haline gelmekte; konumalar bu sefer açık ya da gizil meydan okuma içerikli ina edilmeye balamaktadır. Bu durumda herkes kendi anlam kalelerinden konumaya geri çekilmektedir. Ortak ina edilen argümanlardan yoksun, meydan okumalar balamaktadır. ‘Kale içinden dier kaleye okunan meydan’ ise yine kendinden tahrikli, kendinden menkul soyut bir korkudan beslenir gibidir (Arkonaç, 2007). Bu soyut korkuyu son kısımda açıklamaya çalıacaım.
Özetle etkileim alanı; konuanlar için konuulan meseleyi anlamlandırdıkları, bir gerçeklik ina ettikleri zemin olmaktan uzaktır. Tersine etkileim alanı, konuanların kendilerini konumlandırarak ina ettikleri ve var ettikleri bir vasıta konumundadır. Bir baka ifade ile konuanlar bu zemini, kendilerini var etmek için kullanmaktadır (Arkonaç ve Aygül, 2015).
Büyük bir ihtimalle konuanların, etkileimin kopmasından ya da kopma endiesinden rahatsız Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 9
olmalarının sebebi de budur. Çünkü ancak konuurlarken kendilerini mevcut kılabiliyorlar aksi takdirde konuma eylemi içinde mevcut olamayacaklar bir baka ifade ile görünür olamayacaklardır.

4. Etkileimde Kii-Özne Ne yapıyor, Nasıl yapıyor?
2006 da yaptıımız ilk çalımada (Tekdemir, Arkonaç ve Çoker’in 2006, 2012) konuanların özne olularını konuma esnasında zamirler üzerinden sergilerken son derece stratejik davrandıklarını gözlemlemitik. Hereyden önce etkileimde konuan kiinin anlam inasında kendi konumunu ön planda tuttuunu fark ettik. Ama bu tutuu bir strateji takip ederek kullandıını gördük. Konumacılar konuma sırasında kendi konumlarını ön planda tutarken, "ben ve biz" zamirleri arasında gidip geliyorlardı. Bu gidigelileri de ya da daha doru bir ifade ile kayılarını da belli bir kalıp üzerinden yapıyorlardı.
Konumada eyleme dair anlamı kurgularken konumacı ben’den biz’e hatta zamirsiz yani öznesiz konumalara kaymaktadır. Aaıdaki örnekte görüldüü üzere (3.Alıntı) özellikle eylemle ilgili sorumluluk etkileim ortamına geldiinde konumacılar hep birlikte zamir özneyi ortadan kaldırıp sadece eylemi konumaktadır. Eylem ve sorumluluk konuma ortamına açıkça taınmadan önce, sadece önplanda iken özne kendini ‘biz’ formuna sokmakta bu suretle içinde kendini belirsizletirmektedir.
Yardımcı doçent (YD) aynı sıra alıiçinde yani konumanın ilk satırında kendinden "ben" diye bahsettii cümlecikler kadar "biz" diye bahsettii cümleciklere de çeitli kereler girip çıkmaktadır. Katılımcı bu ilk sıra alıında kendini, yaptıklarının sorumluluunu üzerine alan kii olarak konumlandırmaktadır ("yazmıtım", "öyle yaptım öyle yazdım"). Ama aynı zamanda da ara cümlecikte kendini eylemin olumsuz neticelerine karı da kanaat düzleminde "biz" yönünde belirsizletirmektedir ("deitiririz"). Son sıra alıında ise eylemin öznesi yoktur yani kimin yaptıı ya da yapacaı belli deildir ("deiir"). Sebebini ise dilin normatif kalıplarını iaretleyen, cümlenin sonundaki öznesiz eylemde görmekteyiz. "Abes olcak". Bu sebeple kendini, bu iki öznesiz eylem cümlecii arasında kullandıı cümlecikle, kanaat düzlemine oturtmutur. Kimin yazacaının kararını kendisinin vermeyeceini/ veremeyeceini iaretlemektedir.

3.ALINTI


Yardımcı doçent, doçent ile birlikte yapılacak olan bir toplantının hazırlıkları üzerinde çalımaktadır.
Yardımcı Doçent: ha bu durum olcak zaten birazcıkta bebeböleriz. Oturum bakanlarını size sormadan imeylle yazmıtım(A) oturma bakanları hanfendi unutmayın yazıyoruz dedik yani u aamada çünkü onu amet memet deitiririz(B)sonra diye hani öyle yaptım öyle yazdım (C) haberiniz olsun.


Doçent: Yok iyi yapmısın biz de sana
Yardımcı Doçent: Phh ama yani o programda yazılmayacak yazılsa bile deiir(D) diye düündüm (E) çünkü kim var diye yazmak iyce abes olcak



(A) Tekil Gizli özne-öznenin pozisyonu eylemde;
(B) Çoul gizli özne zamiriözne pozisyonunu eylemde kaydırarak, kanaat düzleminde belirsizletiriyor;
(C) Tekil Gizli özne öznenin pozisyonu eylemde;
(D) Öznesiz eylem;
(E) Eylemde öznenin konumu kaymıve kanaat düzeyinde

(Tekdemir, Arkonaç ve Çoker, 2006)

Eylemi önceleyen bir dili konuan bizler, eyleme dair anlam inalarımız içinde, ahsi vaziyet alılarımızı sözgelimi ben’den bize, biz’den ben’e kaydırarak ne yapmaktayız, bunu neden yapmaktayız?
2010’daki çalımamda (Arkonaç,2010) "Ben", "biz" zamirleri arasındaki karılıklı kayıların ve bu kayıların o sırada kurgulanan eylemin anlamla olan ilikisinde, tekrarlayan birtakım kalıplar olduundan söz etmitim. Buna göre genelde "Ben" zamirinin kullanıldıı ifadelerde eylemi iaretlemeyen, genellikle kanaat, düünce fikir belirten fiiller kullanılmaktadır. "Biz" zamirine kayılar, genellikle eylemin sorumluluunun tek baına yüklenilmedii/ bunun tercih edilmedii ifadelerdir, "yapalım edelim" denmektedir. Eer eylemin normatif sorumluluu son derece belirginse "ben", "biz" zamirleri her iki anlam da da ortadan kalkmaktadır, "yapılır, edilir” denmektedir.
“... düünüyorum” ya da “ ...düüncesindeyim” dediinizde eylemin sizi belirlemesinden ve de bunun tahmin edilen neticelerinden kendinizi uzak tutmuolursunuz. Hatta eer daha da zor durumda iseniz “yapılmalı” ya da “...daha önceden hesaplanmalıydı” diyerek kendinizi yok ediverir, yapılacak ii de gerektirdii sorumluluu da orta yerde sahipsiz bırakıverirsiniz. Ama bu sırada sözü sürekli kendi kanaat ve fikriniz ile kurarak, ii tanımlamıve belirginletirmisinizdir. Yani fikrin, sözün, düüncenin sizin olduunu apaçık kılacak ekilde ifade edersiniz ama ii kimin yapacaını yani, eylemi kendinizi es geçerek, sahipsiz kılarsınızdır.
Gündelik Türkçe konumalarda kiinin kendini konumlandırmasında sözün icra edici(performative) gücü önemli bir ölçüt gibi görünmektedir. Eylemin "ben" ya da "biz" eklinde sahiplenildii ya da hiçbir ekilde sahiplenilmedii artlara, kiinin tekilliini ina stratejileri olarak bakılabilir. Ya da bir baka ifade ile hangi durumlarda nasıl bir pozisyon alacaına dair tekilliini kendi tasarrufunda bulundurmaktadır. En önemlisi ise eylemin anlam inasında, tekil birey konumunun gerekli olmayııdır. Sahipsiz eylemler ina edebilmektedir. Bu ina oyunu stratejik ekilde oynamakta normatif sorumluluk apaçık belirdiinde eylemin failini (yani sahibini) belirsiz bırakıvermektedir.
Türkçe konumalarda kiinin kendini semantik olarak ön planda tutmaya balaması modern anlamda bireyselliin tezahürü gibi görülebilir. Bununla birlikte gözlenen bu tekil birey olu, Batılı anlamda modernist yaantının gerekleri üzerinden okunmamalıdır. Burada seyredilen, baka bir zeminde kullanılan stratejilere iaret eder gibidir (Arkonaç, 2004, 2006, 2008). Kii eylemi sahiplenmekten ya da üstlenmekten çok eyleme dair kanaatlerini vurgulamayı ön planda tutma eilimindedir. Ayrıca kii, eylemi üstlenmesi gerektiinde tekil özne pozisyonunu bırakarak çoul özne düzenine geçebilmektedir. Yani eylemin özne iaretini "ben" zamirinden "biz" zamirine kaydırarak kendini belirsizletirebilmektedir. Eylemin özne tarafından, tekil ya da çoul halde sahiplenildii ya da sahipsiz bırakıldıı durumlar ayrımaktadır.
Dolayısıyla burada, eylemin ina edilen anlamının niteliine göre stratejik hareket eden bir tekillik inasından bahsetmekteyiz. Bu tekillik inasında kendisini eyleme çaırma ihtimalini, dolayısıyla bir ekilde sorumluluk alma ihtimalini, kendisinden uzak tutacak bir strateji kullanmaktadır. Bu suretle özne, söylemin onu çaırdıı konumdan (Burr, 2012; Althusser,1971) konumak zorunda kalmamaktadır. Dolayısıyla da bahsi geçen meselede iaretlenen konumdaki özne olmak zorunda kalmamaktadır. Özne bu suretle kendine, statü karısında bir yaam alanı yaratabilmektedir. Ama bu esnada arka kapıdan da alansızlık tehdidi içeri girmektedir (Arkonaç ve Aygül, 2015).
Eylem deil eylemin hakkında konumak iin gerçei olarak ina ediliyor ve herkes kendini ‘bu hakkında konuma’ içinde konumlandırıyor. Gerçek bu olunca, vicdana gerek kalmıyor. Ahlakî referanslar, söylemin kendi gerçekleri ve söylemin dikte ettii eylemler haline geliyor.
Konumadaki karılıklı anlam inasında kendini ayrıtırmanın, özerkletirmenin stratejik tercihe balı olmasını, anlam inasında argümantasyonu tercih etmemesi ile de ilikilendirmek mümkündür. Sözgelimi Çoker'in (2007) aratırmasında konumacıların, özne pozisyonu almadan, birbirinden baımsız olabilecek argümanları yan yana getirebildikleri görülmütür.
Çoker (2007) üretilen argümantasyonların, rasyonel zeminden ziyade irrasyonel (korku, tehdit) zeminde öznesiz ina edildiklerini öne sürmektedir. Bir anlamda buradaki konumalarda öznenin rasyonel ve nesnel argüman sunuu yoktur. Tersine, rasyonel ve irrasyonel olanı iç içe ina ederek ahsi kanaatler ifade eden tekillikler yaanmaktadır.

5. Ben’in çi ya da ‘Kalenin’ çi...
Yukarıda sık sık tekrarladıım gibi konuma esnasında meselenin kendisi konuulmuyor; muhataplar kendilerini kurgulayacak kadar bir hakkında konuması yapmaktadır. Konuma ortamında kendi kalesini ina etmekte olan kiiye ya da kurduu kalenin niteliine daha yakından bakalım.
Af etmek ve af etmemek üzerine yayınlanmamıbir çalımamızda (Arkonaç, Beikçi, Maçin, 2019) bu konu hakkında görülerini yazan katılımcıların kendi ‘ben’ oluları üzerinden beyanlarda bulunduklarını fark ettik. Af edecei ya da af etmeyecei durumları anlatmak yerine bu durumdaki kendisini anlatmaktadır. Bir baka ifade ile kendisini seyretmekte, kendisinin nesnesi olmaktadır. Etkileim ve ilikiler ise kendi-kendi arasında yani kendisi ile duyguları arasında gerçeklemektedir. Dıardaki eylerin, nesnelerin, olayların etkileimde yer almadıını gördük. Katılımcılar af etme/etmeme hallerinde kendilerini tarif ediyorlardı. Af edilecek/ edilmeyecek olay ile buna sebep olan ve kendisi arasındaki bir etkileimden hareket etmediler, buna iaret etmediler. Açıklamalarda af edilecek ya da af edilmeyecek olay yoktu, sebep olan yoktu sadece kendisi vardı (4.Alıntı).

4.ALINTI
Af edemem çünkü
Katılımcı 2
Yapı meselesi mi bilmiyorum ama çabuk kızan ve çabuk sönen bir insanım. Bir de kızdım mı kızgınlıımı kızdıım kiiye söylerim ve rahatlarım. Sonra hiçbir ey yokmugibi davranabilirim. Çok zarar görmediysem, çok kırılmadıysam affederim. Sonuçta kin tutmanın bir anlamı yok.
Katılımcı 19
Bana unutamayacaım bir ey yaatmıtır bu durum ve geleceimde dahi bu durumun izlerini taımam mümkün. Geçmiime baktıımda o durumu göreceim. Çünkü yapı olarak insanları kolay affederim fakat geçmiime baktıımda ailemdeki bazı insanlara karı sergilediim tavırla içimde yaadıım duygunun çok farklı olduunu görüyorum.
Kendini kurgularken ne öteki var ne bir ayna var ne de bir nesne var. Sadece kendisi ve kendi Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 13
duygulanımları var. Balamda ortamda var oluunu bu iliki üzerinden kuruyor. Balamdaki mesele karısında kendisi ve kendi duygulanımları var. Etkileimdeki varlıını bu iliki (kendisi ve duyguları) üzerinden kuruyor. Dıarda dierlerinin, nesnelerin, eylerin bu etkileimde/ ilikide yeri yok. Balamdaki meseleye (nesne olay, dierleri), kendini ortamda var etmenin ya da kendisini görünür hale sokmanın vasıtası olarak bakıyor diyebiliriz. Karısındaki nesne, olay ya da gerçekleen eylem hakkında dönüp dönüp kendisini tartıyor, ölçüyor, biçiyor (5.Alıntı).

5.ALINTI
Katılımcı 9 Kadın
Affedebilirim Çünkü;
steyerek yapılmayan, kasti olmayan hataları affedebilirim. Çünkü çok çabuk alının bir insan deilim. Bir eye gerçekten küsmem için büyük bir hata olması ve kasti yapılmıolması lazım. Eer hata yapan kii bunu isteyerek yapmamısa ve gerçekten üzgünse affedilebilir. Sineye çekilebilir. Ayrıca karımdaki kiiye verdiim deerin miktarı da biraz affetmede etkin. Benim için önemli bir insanın, hayatımda olmasını istediim bir insanın affedilmeyi hak ettiini düünüyorum. Dediim gibi büyük bir hata olmadıı sürece.
Katılımcı 13
Affedebilirim Çünkü;
Yaadıım kötü olayları affedebilirim. Derecesi çok ama çok acı olmadıı sürece. Çünkü en büyük intikam affetmektir. Karıdaki niye böyle davranıyor diye düünürüm. Onun böyle davranmasına sebep olan ne diye düünürüm. Genel bakmak isterim, içini bana açıp, onu anlarsam haklı bulurum. Empati kurarak onu affedebilirim. Çok fazla kafaya takan, kötü olayların etkisinden çabuk kurtulan ve unutan bir insanımdır.
ardakiyle kendi arasında bir etkileim kurmuyor. Kurar gibi görünen ifadelerde aslında sadece kendisini seyredebilmek, ya da kendini görünür kılmada bunu bir vasıta olarak kullanıp ’kendini ne kadar üzdüünü’ anlatıyor. Üzüldüm dediinde kurabilecei etkileimi ya da ilikiyi gözardı ediyor ve kendisini arz ediyor (6.Alıntı).

6.ALINTI
Katılımcı 13
Affedemem Çünkü;
O kaderini çizip beni kırmı, incitmitir. Yüzüme gülüp, umut verip, çekip gitmitir. Onu affedemem çünkü kabalıını bırakmıtır bende. Olayları unutamam ve affedemem çünkü gittiim yeri Colomb gibi Hindistan sanmıımdır. Normalde baılayan, unutan bir insanımdır. Ama bana koyan olayları ve ahısları affedemem. Çünkü beni deitirmilerdir.

Bu arada yukarıda bir yerlerde de deindiim üzere Türkçe konuanlar konumalarında yardımcı fiil tercihlerinde deiiklie gittii görülmektedir. Eylem bildiren yardımcı fiilerde etkileim kurucu olanları artık tercih etmemektedir. Bunun yerine bu yeni kendilik inasına uyacak ekilde çok sık kendi faillik gücünü (failliini deil) bildiren fiilleri kullanmayı tercih etmeye baladı (yayınlanmamıçalıma Bozyiit, 2019). Sözgelimi yardım etmek yerine yardım yapılır, girmek yerine giriyapılır, risk almak yerine risk yapılır. Bir anlamda tüm bu fiiller ‘yapmak’ta bir araya geldiler ya da yapmak karısında herhangi bir hükümleri kalmadı. Üzülüyorum acıyorum diyen de var ama bu formu yaygın olarak görmek artık pek mümkün olmuyor.
Kısacası kale özneler, etkileim alanında kendi varlıklarını kurup içine geçip oturuyorlar. Bu sırada dier kale öznelerle etkileimleri pek az. Kii kendi varlık alanını dier kale özne ile herhangi bir müzakere alanı oluturmayacak ekilde ‘bence diyerek’ ina ediyor ya da bu var oluunu ‘bana göre’ diyerek merulatırmaya çabalıyor. Bu noktada Aygül ile birlikte yaptıımız çalımada (Arkonaç ve Aygül, 2015) dikkatimizi çekmiti. Ele aldıımız konuma verilerinde sürekli tekrarlayan ‘bana göre’ ve ‘bence’ cümlecikleri dikkatimizi çekmiti biz de bu iki cümlecie odaklanarak analizimizi derinletirdik. Bu cümleciklerin etkileimde birer kalıp (pattern) halinde kullanıldıı ve bir strateji halinde yönetildii dikkatimizi çekti. Bu ifade kalıplarının etkileim esnasında bir kendilik takdimi olduunu fark ettik.
‘Bana göre’ cümlecii ile ‘bence’ cümleciinin, kendiliin arz ediliinde birbirinden farklı kurgular ina ettiini fark ettik. Bununla birlikte bu iki kalıbın etkileim alanında bir nevi öznenin kendi korunaklı kalesini inası ile bu inanın içine geçip oturuu ya da içinde kendini ontolojik olarak var ediinin stratejik kalıpları olduunu söylemek mümkün. Bunu biraz daha ayrıntılı açıklamaya çalıayım.
Konuma etkileiminde ‘bana göre’ cümleciinin kullanıldıı örneklerde konuanın dieri karısında kendine ‘korunaklı bir âlem’ ina edip, bu inayı merulatırdıı gözlenmektedir. Bu kalıbın kullanıldıı konumalarda dier kii ile etkileim gözlenmektedir. Bununla birlikte konuanlar, dieri ile müzakere edilmeyecek bir ekilde, kendi alanlarını ina ediyorlar ya da bu özel kurgunun meruluunu salama gayreti içindeler. Bir anlamda kısacası, dieri ile müzakereyi gerektirmeyen bir alan inası var. Aaıdaki alıntıda bayrak hakkında konuan konumacı G, tartımasını bayraın varlıı üzerinden yürütmemektedir (7.Alıntı).


7.ALINTI
68.G: sembolleri eee bu anlamda bu deerlerin sembolü olarak düünürsem de evet yani bunun hatırlatıcı olması korunması eee nesillere hatırlatılması anlamında kullanılması bana göre önemli bii Ben bunu özgürlük meselesi olarak görmüyorum
69.S: üniversite ile bii..(anlaılmıyor)ditirdiin zaman bayraın atatürkün üniversiteyle ne gibi mesajı olabilir

70.G:(.1) ite ben hiç üniversite diye bakmıyorum yani bana göre o yaamımızın heryerinde var benim evime gelirsen benim evimdede Atatürk portresini görürsün
71.S: [ha

(Arkonaç ve Aygül, 2015)

‘Bana göre’dedikten sonra ‘Ben bunu özgürlük meselesi olarak görmüyorum ve ...ite ben hiç üniversite diye bakmıyorum’ diyerek, bayrakla ilgili bir anlam kurgusunda bu anlamları geri plana itmektedir. Bunun yerine yeni bir anlam ina etmektedir: ‘o yaamımızın heryerinde var benim evime gelirsen benim evimdede Atatürk portresini görürsün’. Kurduu bu yeni anlamı bana göre’ cümlecii ile önplana taımaktadır. Beri yandan da daha arkaplanda; ‘bana göre’ demekle, önce kendi öznesine dair bir epistemolojik duru(kendi duruuna dair bir bilgi) sonra da bundan türettii bir varolusal konum ina etmektedir: tüm anlamlar ve merulukları ‘bana göre’ dir.
Müzakereyi gerektirmeyen alanı özne, aaıdaki örnekte ‘bana göre’ cümlecii ile kurarken, son sıra alıındaki ‘bir bakası katılır katılmaz önemli deil’ ifadesi ile de bizzat tahkim etmektedir (8.Alıntı).

8.ALINTI

167. G: (.1) yok o çok doru bi laf deil yani ortada bana göre bir realite var sen bu fikre 168. S: ha
169. G: bir bakası katılır katılmaz önemli deil

(Arkonaç ve Aygül, 2015)

Öznenin kurguladıı gerçekliin meruluunu, ‘bana göre’ kalıbıyla balayan cümlecik kurmaktadır. Bu suretle kurulan bu meru gerçeklik, aynı nesne ile ilgili bir bakasının kurduu ve ona göre ‘meru’ olan gerçeklikle, tek bir gerçeklik kabulu için mücadele etmek/çatımak zorunda kalmamaktadır. Konumada muhataplar kendileri için kendilerine göre ‘meru’ gerçeklikler ina ederek aralarına bir tampon ya da güvenlikli alan kurmaktadırlar. Bu alanda geçerli olabilecek bir gerçeklik müzakeresine gerek yoktur. Zaten alan da bu müzakeresizlik içinina ediliyor gibidir.
Ama ‘bence’ kalıbının kullanılmasıyla herey deimektedir (Arkonaç ve Aygül, 2015). Özne ‘bence’ demeye baladıında artık o nesnenin (konuulan meselenin, konunun, hareketin) meruluunu ya da geçerliliini deil, dorudan kendindeki gerçekliini konumaya balamaktadır. Sözgelimi aaıdaki alıntıda (9.Alıntı) katılımcı kopya çekmenin meru olup olmadıını ya da geçerliliini konumuyor dorudan kendisinin kopya çekme olayı içindeki konumunu anlatıyor (‘bence dersten kaynaklanan bir ey deildir’; ‘bence güven eksiklii deil de insana bence güven katabilen bir ey’).

9.ALINTI 3.Görüme
432. A: sosyal çevresi de baya hani(.2) bazı kiilerin ben ey düündüm mesela bir insanın sosyal çevresinin eksiklii bence dersten kaynaklanan bir ey deildir u da olabilir (.2) bana göre tabi bu e belki çevresin de kiileri kendine uygun görmüyordur ya da oturduu kalktıı kiinin muhabbetini sevmiyordur ya da gezmitir tozmutur bakmıtır

4. Görüme
33.E2: Ama ben arkadaıma katılmıyorum imdi bilgi eksiklii ya da ne bileyim eksiklikten bahsetti bence bir eksiklik deil de insanına göre deiebilen bir tavırdır mesela kopya çekmek bazıları çok alıtır öyle alıtır ki mesela ders çalımak yerine kopya çekmeyi tercih eder ama bu sadece mesela ders çalımayı bilmemediinden belki de ya da öyle söyleyeyim ders çalısa bile kopya çekmek eklinde hazırlayabilir buna çok ahit oluyoruz arkadalarımız arasında çevremizde yani kopya çekme tarzında yine ufak kaıtlar hazırlayarak sınava böyle hazırlanıyor belki de kendini bu ekilde daha rahat hissediyor ya da kendi örenme yetisini bu ekilde daha gelitirebileceini düünüyor bence insanları yani eksikliine göre deil de insanların bu ekilde davranması onlara belki
daha çok güven veriyordur
(Arkonaç, Aygül, 2015).

Örneklerde dikkatimizi çeken bir dier önemli nokta u oldu: kii ‘bence’ dediinde, konuyla ilgili kendi kurduu gerçekliin içinden hareket ederek, konuulan meseleyi de bütünüyle kendi anlamasıyla zapt etmektedir. Kii bu suretle kendisini, sadece ve sadece kendi kurguladıı bu zeminde, bir baka zemine ya da dier kiinin alternatif zemininde kurgulamaya gerek görmeden, tarif edip anlatabilmektedir (Arkonaç, Aygül, 2015). Kısacası konuulan meseleye dair görüünü vurgulayarak kendisini iaretlemektedir.

10. ALINTI 5. Görüme
K1: yani bi sınavın olması mı tevik ediyo [belli bi saatte u soruları yapıcaksın ve hiç bieye bakmıcaksın]
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 17

K4: [evet
K2: [aynen öyle onunla bence çok ilikili yani
K1: hmm
K3: ben de ey dicektim ya ödevler ya da ite projeler sınavlara nazaran seni daha fazla aratırmaya iten daha farklı böyle kulvarlarda da


Yukarıdaki örnekte (10.Alıntı) konuan K2 kiisi ‘bence’ diyerek bir konuma zemini oluturuyor. Bu zemini K2 belirli bir ekilde oluturmaya çalıı için baka zemin olasılıkları engellenmiya da bunlara kapalı kalıyor. Bu sebeple dier konumacılar, bu iaretlenen zemin hakkında konu(a)mamaktadır, çünkü bu konuma zeminini belirli bir ekilde oluturma teebbüsünde bulunan odur (K2). Bence dedikten sonra konumaya yeni boyut getirmeye teebbüs etmekte, ve bu boyutun kendine göre olduunu iyice göze batar hale sokarak ‘ben buradayım’ demektedir. Bu suretle kendini var kılmakta ve böyle bir var oluile varlıını deiime (alternatif anlama zeminlerine) kapamıolmaktadır.
Bence kalıbının kullanıldıı etkileimlerde, özne konuulan mesele ile kendini irtibatlandırmaktadır. Ama bu irtibatı, mesele içindeki kendi konumu ve bu konumun tahkimi için kurmaktadır. Söz gelimi aaıdaki alıntıda (11.Alıntı)’bence’ diyen konumacı kimdir? Söz edimleri açısından ele alacak olursak, öznenin buradaki eylemi, meseleyi ‘güven katan’ olarak adlandırmaktır. Bu adlandırma eylemi ile konumacı bir konuma geçiyor ama bu konumda kendini iaretlemiyor. Belirli bir ifadeyi belirli bir ekilde söyleyen özne olarak konumada yer almıoluyor, dolayısıyla da mevcutlu (ontik) oluyor.

11. ALINTI 4. Görüme
35. E2: [bence güven eksiklii deil de insana bence güven katabilen bir ey
Bunu açık bir ekilde görmenin bir baka yolu da ‘bence’ sözcüklerini ifadeden kaldırdıımızda, ifadenin öznesinin de ortadan kalktıını görmemizdir. ‘Bence’ sözcüklerini kaldırdıımızda konuanın açıklamasının bir hüküm olduunu görürüz (12.Alıntı).
12. ALINTI 4. Görüme
35. E2: [bence güven eksiklii deil de insana bence güven katabilen bir ey 35. E2: [bence güven eksiklii deil de insana bence güven katabilen bir ey
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 18


Özne bu stratejiyi (bence cümleciini kullanmayı), konuma esnasında kendini tahkim etmek mecburiyetinde olduu için kullanmaktadır. Yukarıda ifade ettim, bu tahkimat önce epistemolojik sonra ontolojik olarak yapılmaktadır. Tüm bu tahkimat çabaları ise konuulan meselede ilgili eylemin failliini dorudan üstlenmemek içindir (Arkonaç ve Aygül, 2015).
Konuan kii mesele üzerine konuurken yukarıda da bahsedildii üzere meselenin kendisini konumamaktadır. Mesele edilen temanın, kendindeki temsilini ya da iz düümünü (Arkonaç, 2010) konumaktadır. Bence kalıbının kullanıldıı konumalarda konuma eylemi, konuanın kendisini ifade etmesi, kendisini iaretlemesi, hatta kendisini ina etmesi haline gelmitir. Bu sebeple de konuma etkileiminde hakkında konuulan olay, kii, mesele vs. ortadan kaybolmutur.
öyle ki; karılıklı öznellikler arasında etkileimi salayacak ve devam ettirecek bir nesne, bir olay vs. ortadan kalkıp, etkileim öznelerin kendilik inaları haline dönmektedir. Etkileimde nesne ortadan kalktıı için üzerinde konuulacak ya da üzerinde uzlaılacak bir temel ya da bir zemin kurulamamaktadır. Özne kendisini dıarıda olanı hikayeletiren bir öge olarak ina etmektedir, dünyayı olup biteni sürekli dilde kurarak kendini bu dünyanın dıında onu seyreden bir özne olarak kurmaktadır. Bu kurguda özne, nesnelere dair konum alılarıyla ina edilmekte; nesne üzerindeki eylemiyle ina edilmemektedir. Dolayısıyla konumalarındaki genel manzara olgu tasvirciliidir (hakkında konumalardır).
Bir anlamda özne ile mesele arasındaki irtibatsızlık diye adlandırdıımız bu ayrıklık, konuan öznenin o sırada ne iine yarıyor olabilir? Etkileimde ne gibi bir ilevi var da özne bunu kullanıyor? Bununla ne elde ediyor?

6. Öznenin Süreksizlii
Tutarlı ve deimez bir kendilik yapısından ziyade balama göre kayıp deien dönüen, konuma eylemi içinde sürekli ina edilen bir benlik süreci olduu tartımasını yukarıda aktarmıtım. Bu çalımada da kendini konuulana göre, balama göre kurgulayan bir özne ile karı karıyayım. Konuma etkileimi esnasında konuan kii kendini o konumada ina edebilmek, kendini görünür kılabilmek için dieri ile konuma eylemini sürdürmeye muhtaç. Bu sebeple konumaların kesilmesine tahammülü yok. (Tekdemir, 2007). Balama göre sürekli ina edilen bu benlik kurgusu balam kaydıkça tekrar deimektedir. Bir baka ifade ile konuurken konumacıların kendilik tasvir ya da tariflerinde bir süreklilik takip edilememektedir. Bir anlamda süreksiz bir özne ile karı karıyayız.
Öznenin geçici, süreksiz, durum ya da hal içinde kendini ina edip tanımlayan, tasarımlarıyla karı karıyayız. Bir anlamda kii konuma esnasında kendini, balam içinde özne niyetine ete kemie büründürüyor ve ‘ben burdayım’ diyerek sürekli kendini iaretliyor. Bu iaretlemeleri, kanaat bildiren ya da duygulanım bildiren fiiller kullanarak gerçekletiriyor (Arkonaç, 2010).
Konuma eyleminde kiinin kendini mevcut kılıtarzının, ahlakî vaziyet alılarını da biçimlendirdiini unutmamak gerekir. Gerçekliin anlamını kendi üzerinden ina eden bir kendilik anlayıına göre eylemin ‘hakkında konumak’ iin gerçei, aslı olarak ina edilince kiinin kendi vicdanına gerek kalmıyor.
Fatma Maçin (2019 yayınlanmamımakale), affetmek ve affetmemek üzerine katılımcıların görülerinin sorulduu bir çalımada katılımcıların affetmek ile affetmemek üzerine farklı farklı tasarımlar kurguladıklarından bahseder. Bir baka ifade ile kii afetmek için bir tasarım, affetmemek için baka bir tasarım ina etmektedir. Affetmekle affetmemek balamını farklı iki hal olarak gördüünden kii balamdan balama kendilik inasını da deitirmektedir (13.Alıntı).

13.ALINTI

Katılımcı 18
Affedebilirim Çünkü;
Bir tebessüme yelkenleri suya indiriyorum. Sevdiklerimle küs kalmak bana göre deil. Her hatanın bir telafisi vardır. Affedilebilir.........Affetmek önemli. Affedebilmeli insan. Ben affediciyim, yumuak yüzlüyüm.

Affedemem Çünkü;
Affedemediklerim genelde yakın çevremdeki kiilerdir. Houma gitmeyen davranıı yaptıı için ondan anında sourum. Zoraki olarak konusam da aklımın bir köesinde ona dair o kötü durum vardır. Acaba sorusu her konumamda yer alır.........Benim için ya siyahtır ya da beyaz. Gri yoktur. Çevremdeki insanlar için ya iyi düünürüm ya da kötü.
Göçmenlerle ilgili duygu ve düünceleri ayrı ayrı istendiinde benlik tasarımındaki bu bakalama, aaıdaki örnekte olduu gibi iki ayrı benlik profili halinde seyredilmektedir: nötr kaldıını söyledii göçmene karı öfke içinde olabilmektedir (14.Alıntı).

14.ALINTI
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 20
Katılımcı 41

Sokakta, görsel ve yazılı medyada göçmenleri görünce aklınıza neler geliyor?
Bu konuda nötrüm bundan dolayı konuya dikkat ettiim ya da göçmen olduuna dikkat ettiim olmuyor.
Sokakta, görsel ve yazılı medyada göçmenleri görünce neler hissediyorsunuz?
Bazı konularda kendi devletimiz bizim vatandalarımıza saladıı imkanlardan çok daha fazla göçmenlere ya da mültecilere saladıından dolayı içimde bir öfke hakim fakat yine de herhangi bir tepki vermem söz konusu olamaz.



7. Sonuç ..niyetine bir baka tartıma düzlemi
Kendilik inasında ortaya önce epistemolojik sonra da ontolojik olarak konan bu ‘ben oluların’ tasarımsızlıı, postmodern dünyanın özellii olarak sıklıkla tartıılır. Tasarımlar balamdan balama deimekte, yeniden yeniden sürekli dıarıya göre kurgulanmaktadır. Modernist dünyanın sembolik sistemine uygun içsel tasarımlar ve muhtevalarının burada olmadıı ortadadır. Konumalarda da görüldüü üzere kiinin dünyaya bakıındaki temsillerin içerii balam kaydıkça ya da balama göre kayıyor ve deiiyor. Bir anlamda kiide içsel temsiller sıolduu gibi tasarımlarının muhtevasında da bir süreklilik takip edilemiyor.
William Chittick (2017), modern zamanları ve çoklu anlamların kulu olan modern düünceyi, hayata ve ahlâka yön veren “Tek Bir” Tanrı düüncesinin tam karıtı varsayar. Bu dünyada nasıl ki birçok tanrıdan birçok anlamlar deviriliyorsa, bu makalede anlatılan ve gösterilmeye çalıan ey de buna benziyor: geçmiin tasarımlarının, muhtevalarının içi boaldıı için sabit ahlakî gösterenler de ortadan kaldırıldı (Lacancı anlamda; davadan dütü (foreclosure)). Böyle bir durumda artık belli bir sabiteye göre deimeyen; birbirinden kopuk balamlara girip çıkarak, yalnızca bu hareketle bir imgesel tasarımın potansiyelini üretmeye çalıan bir yeni insanla karılaılıyoruz.
Ama bu tasarımlara, ya da modernist bir dille kiiliin içsel temsillerine, muhteva olarak bakmak yerine kii oluu ya da benlii-gerçeklii ina etme/kurgulama teknii olarak bakmak da mümkün. O zaman tasarım ya da içsel temsil bir içerik olmaktan çıkar bir ina teknii olarak yeni anlamlar kazanır. Ki Türkçe konumalarda sürekli seyrettiim bu deimeyen stratejilerdi. Konuanların deimeyen stratejiler kullanması bu durumu destekler mahiyettedir. Bu sebeple ‘kalenin’ içi tasarımsız bodeil sadece kendini balamda ete kemie büründürmenin yeni stratejileriyle dolu. Bu stratejiler eskinin sabit referansları (genelde de ahlakî referansları) deil. Bu stratejilerin, kendini balama göre var etme dolayısıyla kale -özneyi ina etme stratejileri
olduu muhakkak. Bu hal Türkçe konuan kii için yepyeni bir ufuk. Ama bunu alternatif bir  açıklama olarak bir kenara koymak isterim.
Bir dier açıklama teebbüsü ya da açıklamayı derinletirme teebbüsü olarak Lacan’ın (Lacan and Fink,2006) kapitone-raptiyeleme benzetmesini burada ele almak isterim. Lacan, öznenin dünyasının iaret sistemlerinden meydana geldiine inanır. Bir iaretleyen vardır bir de iaretlenen. Bu dünyanın iaretleriyle karı karıya kalındıında ortak bir zemin aranır. Çünkü bir eyi neden o eyin iaretlediine dair hiçbir dayanak yoktur. Dayanak oluturmak için “kapitoneler-raptiyeler (ya da dümeler)” ina edilir. Sözgelimi bir rüyanın unsurlarını gerçeklikte var olan bir yaanmıa sevk ederek (Fink, 2016) bir anlama, yani iaretleyen- iaretlenen uyumunu salama çabasına girilir. Onların birlikteliini bir arada tutan ey kapitone noktalarına benzer (döemede kumaı yerine sıkıca tutturan). Bu benzetme, geçici ve süreksiz anlamlar oluturarak, bir “eyleri” (bir türlü ekil alamayan daılmıbir kumaı) bir arada tutmayı açıklar ve o raptiyeleme ya da düme (kapitone) noktaları gibi anlamlar yaratılarak sonsuz anlamalara son verilir (Fink, 2016). Anlaılmaz, ne idii belirsiz bir durum karısında ya da bu çalımada söz edildii gibi strateji kullanılmayı gerektirecek durumlarda bavurulan eylem, kapitone noktalarının ilevine benzer bir eylemdir.
Bir türlü ekillendirilemeyen (anlamlandırılamayan) daılmısonsuz anlamaları bir ekilde birbirine tutturup raptiyelerek hepsi o raptiyenin altına sokulur. O raptiyenin kendisi geçici süreksiz anlamların iareti olur.
Benlii-gerçeklii kurgulama tekniinde süreksizlie neden olan raptiyelerin (kapitonelerin) kullanılması; muhtevasız ya da sıtasarımların altında saklanan, korku ve tehditlerin imgeselletirilme ihtimalini en aza indiriyor olabilir mi? Bir baka ifade ile raptiyeyi kaldırdıınızda o korku ve benlii tehdit edenler, gerçeklik alanını dolduracak gibidir. Özne bu ihtimal her belirdiinde sözgelimi sorumluluu ve/veya eylemi üstlenme gibi balamlarda biraz önce ina ettii mevcudiyetini ortadan kaldırabilmektedir. Zamir iaretleyicisini ya ben’den biz’e kaydırmakta ya da toptan ortadan kaldırmaktadır.
ki tarafı keskin bir kılıç misali kullandıı bu strateji onu balamda hem mevcut kılmaktadır hem de pei sıra bu mevcut olmanın endiesini ina edebilmektedir. Konuma balamındaki mevcudiyetini, gevetip sıkıtırdıı lamba duyu gibi kullanmaktadır (Konuma esnasında ben’den bize, bizden öznesizlie geçerek mevcudiyetini endie ve tehdide göre sürekli yeniden kurgulayabilmektedir). Ayrıca bu strateji, hatıraların dürttüü söze dökülmeyen korkularda kullanılan bir strateji de olabilir.
Tam bu noktada akla hafızasız toplum ya da balık hafızalı toplum tartımaları gelebilir. Hafızanın zayıfladıı dolayısıyla hatıraların unutulduu bu sebeple olaylar, insanlar ve eylemlerinin zihinlerden çarçabuk silindii tartıılmaktadır. Hatırlama sürecinin evrensel iledii iddiasında olan psikolojik bilim anlayıına eletirel bakasak, konuyu açıklayabilecek bir kapı önümüzde açılabilir. Hatırlama kayda balıdır. Bu kaydın nasıl yapıldıı kültürden kültüre fark gösterecektir. Sözgelimi bu corafyada ilikisellik baskın bir karakterdir, her türlü yaantı, acı tatlı, sözle aktarılıyor. Sözle aktarılan kuaktan kuaa geçen bir hafıza ve içerikleri söz konusu. O dönem ya da o sıra ilikisellik içinde sözde belirmeyenin unutulduunu iddia etmek yerine neden söze dökülmediini düünmek daha doru olacaktır. Çünkü psikoloji biliminden bildiimiz üzere anlatılmayanın, söze dökülmeyenin, unutulduu ya da kaydının hafızadan silindii anlamı çıkmaz. Nitekim sözün anlam kurgularında unutulmayan ama hatıraların sürekli dürttüü bir hali konuma etkileimlerinde seyrediyoruz. Lacan’ın kapitoneleri buna iaret ediyor olabilir. Nitekim psikanalitik bilgi bunun için kuaklar arası aktarım terimini kullanır.
Burada Lacan’nın kapitone benzetmesinden devam edersem; kii karısındaki ile konuurken gerçeklik kurgusundaki anlama taını (capitone) yerinde tutarak altındaki imgeye kavumamıtehdit ve korkuları imgeletirmekten kaçınabilmektedir. Nitekim yukarıda bahsettiim afetmekle ilgili çalımada kii (Bkz. 15.Alıntı) ne gibi hallerde afedebileceinin ya da af etmeyeceinin kurallarını koyarak bir mevcudiyet inasına giriiyor (12.katılımcı) ve resmettii bu hali (9.Katılımcı) kendi ina ettii kurallara dayandırarak yönetiyordu (17.Katılımcı).

15. ALINTI
12. Katılımcı
Affetmek; kiinin deiimine katkı salayacak en önemli merhamet göstergesidir. Ben böyle olduunu düünerek her zaman affetmeyi seçerim.

9.Katılımcı
Ben kindar bir insanım benim üzülmeme sebep olan ve hayatına hiçbir ey yokmugibi devam eden bir insanın affa deer olduunu düünmüyorum. Bana yaattıı hissi anlaması gerektiini düünüyorum Eer kii benden bir gün af dilerse gözünün içine bakarak “Seni affetmiyorum.” Diyebilmek benim için büyük bir baarı olacaktır.

17. Katılımcı
Yaanılan bazı olayların affedilebilecek özellikleri olabilir ancak bazılarının da kabullenilebilir bir yanı olmayabilir. Böyle affedemeyeceim konularda affedici bir tavır sergilersem kendi kiiliimden ödün vermigibi hissederim.

Ama bir ekilde ortam, balam bu anlam taının kaldırılıyor oluunu iaretlemeye baladıında (sorumluluk alma, eylemi yüklenme) orada olmak-mevcut olmak istememektedir. Sözgelimi dorudan bilisel eylem gerektiren hitapların belirdii ya da dorudan harekete geçmesini gerektirecek durumlarda kii kendi kiisel iaretleyicisinin (Ben) konumunu ya mulaklatırıyor (Biz) ya da toptan ortadan kaldırıyor. Aaıdaki 15. Alıntı bir fokus grupta mülakatçı ile katılımcı arasında geçen bir konumadan alınmıtır (Arkonaç, 2012). 
Mülakatçı (M) dorudan katılımcının (E) kendisini iaretledii halde katılımcı bu konuma girmemektedir.

15. ALINTI
1.E: yani ergenekonu yönetenleer u anda bazı güçleri türkiyeye hakim olanları yönetiyomu yönetmiyo mu yani çok böle ııı ( ) karmaık biey aslında

2.M: bu dıgüçler dediin kim olabilir 3.E: kim olabilir
4. M: ya sence kim

5. E: amarika diyoz biz ama amarika içerisinde amarikaya yani hakim olan ( . ) kiiler de olabilir farklı kiiler de olabilir yani

Konuma ortamında balamda beliren eylem ve sorumluluun yaptırımlarından kendi öznesini, balamda belirsizletirerek, uzak tutuyor. Ama bu arada etkileim alanından kendini çekiyor da deildir. ‘Hakkında konumalar’la orada kendi mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bu mevcudiyeti ‘Bence’ cümleciini kullanarak salamaktadır. Emniyet eridinin dıına çıkmadan, kendi korunaklı alanında kalabilmektedir (‘bence yapılmalı’, ‘edilmeli’).
Yukarıda, kiinin konuurken gerçeklik kurgusundaki anlama taını(capitone) yerinde tutarak altta, imgeye kavumamıtehdit ve korkuları imgeletirmekten kaçınıyor olabileceinden bahsettim. Türkçe konuan kiinin korktuu ya da kendini tehdit altında hissettiren bu imgesiz tasarımları nelerdir? Bunun makro düzeyde ele alınması gerektii kadar, Lacan’ın söze dayalı bilinçdıı kavramı ile birlikte ele almak gerekmektedir. Çünkü bir yerlerde Wundt’un dedii gibi toplumun hafızasında eyleyenlerin baına gelenler kiilerde bireysel fenomenler olarak yaanıyordur.


Kaynakça
Althusser, Louis. (1971). ‘Ideology and ideological state apparatuses’, Lenin and philosophy and other essays, (Ed. Louis. Althusser), New York: Monthly Review Press.
Arkonaç, Sibel. (2003).Psikolojideki Özne Kavramı ve Türkiye’deki Özne Kavramı Üzerine Bazı Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 24
Düünceler. .Ü.Sosyoloji Dergisi C. 3 S.7, stanbul, 11–22.
.......(2004).Gerçekliin nasında Özne ve Öteki Kavramlarının Bu Ülkede Düündürdükleri. .Ü.Sosyoloji Dergisi C.3, S.8, Istanbul, 91–102.
........(2006).Psikolojik Bilgide Yerel nsan Tasarımı. Türk Psikoloji Bülteni, C. 39, S.12, Ankara,13–20. ........(2007) Bu Corafyada Öznenin, Anlamın, Gerçekliin Ve
Hakikatın nası. .Ü. Sosyoloji Dergisi C.3. S.15, Istanbul,1·22
......(2008).Psikolojide nsan ve 21.yüzyıl: Psikolojide Ben ve Öteki, Dou ve Batı. http:// sibelarkonac.blogspot.com.tr/2015/04/psikoloji-insan-ve-21.htmlA
.......(2010).Gündelik Türkçe Konumalarda Bireyin Stratejik Özne Konumlanıı yada Eylemine Göre Konumlanıı: Sıradan Episodlara Dayalı Bir Analiz, .Ü. Psikoloji Çalımaları Dergisi C.30, S.0, stanbul, 21-32.
Arkonaç, Sibel ve Aygül, Zeynep (2016).’ ‘Bence’ ve ‘Bana Göre’ derken na Edilen Kendilikler ve craatları.’, Söylem Aratırmaları (Ed. Arkonaç,Sibel). Istanbul, Hiperlink, 9-30.
Burr,Vivien (2012).Sosyal nacılık (çev. Sibel Arkonaç), Ankara, Nobel Yayınevi.
Chittick,William (2017) Kozmosun Hakîkati: lm-i Kâinat, lm-i Nefs: slam Kozmolojisi (çev. Ömer Çolakolu), Istanbul: nsan Yayınları.
Çoker, Çaatay (2007). Bir Sosyal Fenomenin Deerlendirilmesi Üniversite Örenci lerinin Kullandıkları Söylemler Ve Kaynakları. YayınlanmamıYüksek Lisans Tezi, .Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Edwards, Derek (1997). Discourse and Cognition. London and Beverly Hills: CA:Sage Publication.
Edwards, Derek (2012). Discursive and scientific psychology. British Journal of Social Psychology C.51, S.3, London, 425-435
Fink, Bruce. (2016). Lacancı Psikanalize Bir Giri, Çev. Özgür Öütcen, stanbul: Encore Yayınları.
Kaıtçıbaı, Çidem (2013). Benlik Aile ve nsan Geliimi: Kültürel Psikoloji, Istanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
mamolu, E. Olcay (2003). Individuation and Relatedness: Not: Opposing but Distinct and Complementary. Genetic, Social, and General Psychology, Monographs, C.129, S.4, Washington, 367-402.
Harré, Rom.; Moghaddam, F. M.; Cairnie,T.P; Rothbart,D.; ve Sabat,S.R. (2009), Recent Advances in Positioning Theory. Theory Psychology, C. 19, S. 1, 5-31.
Lacan, Jacques (2006-Jacques Lacan, Bruce Fink). Ecrits: The First Complete Edition in English. NewYork, London: W.W.Norton & Company.
Parker, Ian (2002) Critical Discursive Psychology, Newyork: Palgrave Macmillian.
Parker, Ian (2015). Psychology after Discourse Analysis: Concepts, Methods, Critique by Ian Parker. London: New York and Routledge.
Potter, Jonathan (2010) Contemporary Discursive pschology :Issues, prospects and Corcoran’s Awkward Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 25
Ontology, British Journal of Social Psychology, C. 49, S.3, 457-478.
Potter, Jonathan (2012) Re-reading Discourse and Social Psychology: Transforming Social Psychology. British Journal of Social Psychology, C.51, S.3, London, 436-455;
Stainton, Rogers, (2003) Social Psychology: Experimetal and Critical Approaches, Mainhead, Open University Press.
Stevens, Richard. (1996) Understanding the Self. London, Open University, Sage Pub.
Tekdemir, Göklem (2007). nsanlar arası ilikilerde anlamın birlikte inası. YayımlanmamıDoktora tezi, stanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, stanbul.
Tekdemir, Göklem (2012). Repetitions in Turkish: Talk among Friend, Forum Qualitative Sozialforschung C.13,S.2. http://www.qualitative-research.net/index.php/fqs/article/view/1855. Eriim tarihi: 19 may 2019.
Tekdemir, Göklem Arkonaç, Sibel ve Çoker, Çaatay (2006).Konumlandırma Teorisi: Türkçe Yapılan Konumalarda Seyreden Konumlanılar.14.Ulusal Psikoloji Kongresi 6-8 Eylül 2006 Ankara, Serbest Bildiri
Tekdemir, Göklem Arkonaç, Sibel ve Çoker, Çaatay (2012) ‘Sorumluluk atıflarında kullanılan konumlandırma stratejileri’. Söylem Çalımaları(Hz.Arkonaç, Sibel) Ankara: Nobel Yayınevi, 151-160.
Wetherell, Margaret (2001). ‘Themes in Discourse Research: The Case of Diana’, Discourse Theory and Practice:A Reader. (Eds. Margaret Wetherell; StephanieTaylor; Yates,Simeon) London: Sage Publication, 14-28.
Wittgenstein, Ludwig (1953/2007). Felsefi Soruturmalar (Philosophisce Untersuchungen) (çev.:Haluk Barıcan).Istanbul: Metis Yayınları.

TEEKKÜR
Bu makalenin yaklaık 2 sene süren ön hazırlıkları esnasında benimle birlikte aynı merakı ve hevesi paylaıp birlikte çalıım genç meslektalarım Uzm.Psk.Hilal Beikçi’ye, Psk.Fatma Maçin’e ve Psk.Nebil Bozyiit’e, makalenin son okumalarında uyarı ve fikirlerini paylaan Prof.Dr. Gökhan Oral’a ve son dakika deerli katkısı için Uzm.Psk.Hilal Beikçi’ye ayrı ayrı teekkür ederim.
Sosyoloji Divanı, Yıl: 7 Sayı: 13 | Ocak - Haziran 2019, s/153-172 26