TÜRKİYEDE MODERNİTENİN
DÖNÜŞTÜRDÜĞÜ BİREY VE DÜNYASI[1]
Prof. Dr. Sibel
A. Arkonaç[2]
Burada modernitenin ya da
modernizmin bu topraklarda nasıl yaşandığını ya da kendine özgülüğünü ele
almayacağım çünkü bunu sosyologlar benden daha iyi yapacaklardır. Burada
sizlerle bu toprakların insanlarının anlam dünyalarını nasıl dönüştürmeye
başladıklarını, konuştukları Türkçe vasıtasıyla göstermeye çalışacağım.
Modernite sayesinde aynı anda seyrettiğimiz “Hepimiz Hrant Dink’iz” söylemi ile
“Hepimiz Türk’üz, Ermeni değiliz” söylemleri içinde insanlarımızın kendi
dünyalarında anlamı –o ya da bu söylem içinde nasıl inşa ettikleri üzerinde
duracağım.
Bu arada bireyselliğin bu coğrafya
için yeni olduğu, bu kültürün kolektivistliği ya da bireyin ancak bu
kolektivist yapı içinde anlaşılabileceği türünden iddialara da yer
vermeyeceğim. Çünkü evrensellik iddiasındaki psikolojik bilgi dünyası ile aynı
çizgide giden bir analist değilim. Benim iddiam buranın bireyselliği ile
batılının bireyselliğinin epistemolojik ve ontolojik olarak farklı olduğudur.
Kanaatimce Türkiye’deki modernitenin kendine özgülüğünün kaynağında da bu temel
yatmaktadır.
Batının kendilik bilgisi kendini
öteki üzerinden inşa etmek üzerine oturur bu sebeple de her zaman bir ben ve
öteki yarılması yaşar. Modernite ile reddedilen, postmodernite ile tanınmaya
(recognition) çalışılan bir öteki meselesi vardır. Bir benzetme yaparsak,
batılı birey fotoğrafın kendisi ise bu fotoğrafın negatifi “öteki” denilendir.
Bu sebeple öteki kendinde olmayan, olumsuz her şeydir (irrasyonel olan, medeni
olmayan, kadın olan, Müslüman olan…). Fotoğraf, basılabilmek için her zaman
negatifine muhtaçtır ama basım sonrası bu negatife ihtiyaç yoktur, fotoğraf
kendini var etmiştir. Bugün batılı birey için varlığının sebebi olan negatifinin
farkındalığı, hem negatifin kendisi için hem de kendisinin bireylik inşası için
yeni bir problematiktir. Aydınlanmadan bu yana anlam dünyasının inşasındaki bu
gerçeklik artık mutlaklığını kaybetmiştir. Aslında bu kayıp bir anlamda öznenin
yani kişinin kendisini ve failliğini sanallığa taşıyabilmesini de
kolaylaştırmaktadır. Gerçek olmayan, nesnesiz bir gerçeklikte yani sanal
dünyada öznesini de ötekini de kendi inşa edebilmektedir.
Bu coğrafyada Türkçe konuşanlar
için fotoğrafın negatifi buranın paradigması değildir, fotoğrafın negatifi
meselesi yoktur. Gerçeklik, kendini negatifle paslaşarak var edebildiği bir yer
değildir. Aksine içinde kendini bulduğu verili bir hâldir. Onu anlamlandırmakla
yükümlü olduğu ve tüm iradesini kullanabileceği bir hâldir. Bu irade onun tüm
güçlülüğünden gelmez tam tersine tüm güçlü değildir. Burası onun iradesini
gösterebileceği yegâne faillik alanıdır. Tüm güçlülük her zaman bilinemezlik
dünyasının failine aittir. Kendisi ise ancak bilinebilirlik dünyasının yani bu
dünyanın failidir (Arkonaç, 2004). Verili bir gerçeklikte anlam inşa edecek
olandır. Batılı bireyden burada ayrılır.
Bilinemezlik Kantvari bir düşünce ile numen dünyası olarak burada halen
yaşanırken batıda bu numen dünyası modernizm ile yok sayılarak fenomenler dünyasına
indirgenmiş ve anlam inşasının yegâne kaynağı kılınmıştır. Bir başka ifade ile
bilinebilirlik de bilinemezlik de bu tekil bilgi evreninde toplanmıştır. Birey
bu tekil bilgi evreninin yegâne faili kılınmıştır.
Bu coğrafyaya geri dönerek bireyin
kendini içinde bulduğu gerçeklik âleminde “birey oluşunu” ele alalım. Bunu
gözlemenin en iyi yollarından biri konuştuğu dile bakmaktır. Türkçe
konuşmalarda gramer olarak kişi kendini ya da diğer kişiyi her zaman eylemden
sonra tanımlayandır. Yani özne bütün Türkçe cümlelerde gizildir ( “Okula
gittim”). Nadiren cümle başında, eylemin sorumlusu olarak vurgulanmak için
kullanılır (“Ben götürdüm”). Bir anlamda eylem her zaman Türkçede kişiden önce
gelir. Özne eylemde anlaşılandır. Ama burada gözden kaçmaması gereken bir nokta
var. Eylem ile öznenin ayrı oluşu. Özne eyleminde anlaşılan değil, eylemde
öznenin konumu belirlenir. Bu konuma baktığımızda da birazdan ele alacağım
üzere eylemin sorumluluğu nadiren özneye aittir. Aslında Türkçede eylem kimseye
ait değildir. (1. problematik) Batı dillerinde ise özne, düşünen bir özne
kurgusuna uygun şekilde her zaman cümleyi inşa edendir. Eylem öznesinden
anlaşılır.
Türkçe bu gizil özne yapısını çok
iyi korumakla birlikte son 25 senedir cümlenin anlam vurgularında rol değişikliğine
uğramıştır (Arkonaç, 1999). Artık özne eylemde anlaşılmak yerine eylem ikinci
dereceye kaydırılıp, öznenin kendisi daha merkezi noktaya çekilmektedir.
İnsanlar özellikle genç kuşaklar (bugün artık 30’lu yaşlarına girenler) eylemin
kendilerindeki izlerini konuşmuyorlar, eylemin kendilerindeki etkilerini
konuşmaya başladılar. Söz gelimi artık gündelik Türkçede eylemi önceleyen
özneyi ikincil kılan birtakım fiillerin (etmek, kılmak v.b.g) yerini öznenin
gücünü işaretleyen fiiller (yapmak, istemek v.b.g) almış durumdadır. Ama buna
karşın özne halen eylemi üstlenmemekte bunun yerine kanaatlerini vurgulamayı ön
planda tutmaktadır (II.problematik).
Tekdemir’in (2007) çalışmasında
evde, sokakta, işyerinde karşılıklı etkileşimlerde Türkçe konuşanlar birbirlerini
kendi anlam dünyaları içinde dinlemektedirler. Bir başka ifade ile birbirleri
ile kendilerine dayalı, kendi anlam dünyaları içinde, kendi anlam dünyalarından
konuşmaktadırlar. Kurdukları etkileşimin içinde ortak bir anlam inşasına pek
gitmemektedirler (III. problematik). Bir benzetmeyle kimse kendi anlam
kalesinin dışına adım atmamaktadır. Bir korku kalesi gibidir. Bu kalelerden
çıkış ancak arkadaşların etkileşimlerinde görülmekte, ortak bir anlam inşası
seyredilebilmektedir. Bir anlamda maç başlamaktadır. Bu sırada seyr halinde
olan, bu iki kişinin ya da daha fazla kişinin aralarında mutabık kalacakları
anlam düzeyini kaybetme korkusu ya da bu düzeyi emniyete almanın gayretleri
olmaktadır. Cümleler sürekli öncekinin lafını tamamlama çabaları, lafını tekrarlama
halinde kurulmaktadır. Karşıdaki diğer kişi bu lafları tekrarlama, lafı
tamamlama çabasını (“aynı fikirdeyiz di mi?”, “aynı anlam düzlemindeyiz di mi”)
emniyete aldığında ortak anlam inşası başlamakta yani bir anlamda argümantatif
konuşmalar başlamaktadır. Ama eğer Çoker’in (2007) çalışmasında gözlediği gibi,
taraflardan biri diğerini (“hıı, evet”,“tabii tabii” şeklinde) olumlamıyorsa bu
kişi bir tehdit olarak görülmekte ve olumsuzlanmaktadır. Çünkü anlamı diğeriyle
ortak değil de kendi kuran dolayısıyla anlamda kendini baskın kılan özne diğer
kişiden aynı anlamın izdüşümünü beklemektedir. Bu beklenti karşılanmadığında bu
diğer kişi tehdit unsuru olur. Konuşmalar bu sefer açık ya da gizil meydan
okuma içerikli inşa edilmeye başlar. Herkes kendi anlam kalelerinden konuşmaya
geri çekilir. Kale içinden diğer kaleye okunan meydan ise yine kendinden
tahrikli, kendinden menkul soyut bir korkudan beslenmektedir. Kısacası
argümansız meydan okumalar içinde kalınmaktadır.
Nedir bu kaleler? Kale burada
kişinin kendi anlam dünyasıdır ve kişinin kendinden menkul bir şekilde inşa
ettiğidir. Bu anlamda batılı bireyin aksine işin içinde öteki ya da diğer
kişiler, özneler ya da kimlikler yoktur, tek başınadır. Anlamı fail olarak
batının aksine ikili bir bilgi evreninden kurmaktadır. Yani elinde aslında iki
kaynak vardır: bilebilecekleri ve bilemeyecekleri. Faili olduğu gerçeklik alanı
ile faili olamayacağı hakikat alanı. Ama sadece bilebilecekleriyle baş başadır
yani elinde sadece faillik alanı vardır. Bu sebeple bilinemez olanları da bu
gerçeklik alanında anlamlandırmak zorundadır bir başka ifade ile ölüm
hakikatini gerçeklik dünyasından yani ölüme dair fikirlerle anlayabilmektedir.
Burada yaptığı hakikatin ne olduğunu aramak değildir sadece hakikatin
kendindeki anlamını aramaktır. Bir benzetmeyle kendinden münzevidir.
Münzeviliğinde ise eylemsizdir, failliği seçmez. Dolayısıyla diğer insanlarla
paylaştığı şey de sadece kendindeki bu tekil anlamaların diğer kişideki
varlığıdır. Belki de bu sebeple Tekdemir’in çalışmasında sokaktaki ya da evdeki
konuşmaların aksine arkadaşların konuşmalarında ortak anlam inşalarına rast
gelindi. Eğer anlamın inşası bu derece tekil ise, diğer kişideki kendi varlığı,
kendi anlamının izdüşümü ancak ilişkinin emniyete alındığı alanlarda aranabilir.
Modernizm ile kendine yaptığı
vurgunun artması ona bu tekilliğini bir kere daha ama belki de ilk defa bu
kadar açık göstermektedir. Beri yandan “Ben oluşlara” vurgular ona yeni
meseleler de açmaktadır. Aslında öznenin eylemden tanındığı bu dilde öznenin
kendine yaptığı vurguyu artırması, eylemi ve taşıdığı sorumluluğu sadece
kanaatler düzleminde belirginleştirdi. Anlamın ortak alanda çok çekingen
şekilde paylaşımı Türkçede “Biz” üzerinden yaşanır. Tekdemir, Arkonaç ve
Çoker’in (2006) araştırmasında aralarında mevki farkı olan kişiler arasındaki
konuşmalarda dikkat çeken bir nokta vardır. Karşılıklı konuşmalarda kişiler
kendi düşünce ve kanaatlerini konuşurken “ben” formunda cümleler kurmaktadır.
Ama konuşma yapılacak bir işin ya da yapılmış işin sorumluluğunu yüklenme
noktasına geldiğinde kişiler kendilerini belirsizleştiren bir çoğul zamiri yani
“biz” demeyi her zaman tercih etmektedir. “Ben” diye konuşurken söylediklerinin
sorumluluğunu taşımak zorundadır hâlbuki “biz” e geçtiğinde sorumluluğu bütün
bize yaymaktadır dolayısıyla da sorumluluk benden uzaklaşmakta ve kendine bir
açık kapı bırakmaktadır. Niye?
Bütün bu problematikler ve son
niye sorusu yeni analizlere muhtaçtır.
KAYNAKÇA
Arkonaç, S.A. (1999) Psikolojide
İnsan Modelleri. Alfa Yayınevi. Istanbul
Arkonaç, S.A. (2004) Gerçekliğin
Yerel İnşasında Kartezyen Olmayan Özne, Öteki, Fail. S. Arkonaç (Hzr.)Doğunun
Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair. (s/249-274)Alfa Yayınevi, Istanbul.
Tekdemir, G.
(2007) Türkçe konuşmalardaki sıra alışlarda onarım mekanizmaları. Doktora Tezi
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul
Çağatay Çoker
(2007) Bir Sosyal Fenomenin Değerlendirilmesi Üniversite Öğrencilerinin
Kullandıkları Söylemler. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
Tekdemir, G., Arkonaç, S. ve Çoker, Ç. (2006) Konumlandırma Teorisi: Türkçe Seyreden
Konuşmalarda Konumlanışlar.
[1] 1.Bilim ve
Düşünce Kongresi 2007 Çeşme, İzmir’de “Modernlik ve Birey” Sempozyumunda
sunulan bildiri.
[2] sibelarkonac@gmail.com