14 Aralık 2011 Çarşamba

TÜRKİYEDE PSİKOLOJİ, SOSYAL PSİKOLOJİ VE MÜMTAZ TURHAN:Bu coğrafyanın insanlarının gündelik hayatında değişen tasavvurlar

Prof.Dr.Mümtaz Turhan Sempozyumu, 02-03 Kasım 2009 Gazi Üniversitesi Ankara


İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Ana bilim Dalında öğretim üyesi olarak çalışmaktayım. Haliyle, Anadolu insanın dönüşümü meselesi kaçınılmaz doğal bir miras olarak, Mümtaz Turhan’dan Erol Güngör’e Namık Ayvalıoğlu’ndan bana, benden genç meslektaşlarıma ve öğrencilerime miras kalmaya devam ediyor.
Bugün anabilim dalımızda yapılmakta olan araştırmaların temel meselesi bu coğrafyanın insanlarının gündelik yaşantılarındaki tasavvurların, yaşantıların ne gibi dönüşümler geçirdiğidir. Sözgelimi gündelik konuşmalarda kurdukları anlam dünyalarını, kendiliklerini, korkularını, argümanlarını ele alıp inceliyoruz. Bu çalışmalardaki meseleler bize Mümtaz Hocadan tevarüs eden mirasın ta kendisidir. Sorulara yaklaşım tarzlarımız farklılaşmış olsa da sorularımız aynı kalmaya devam ediyor. Belki geçen zaman sürecinde yaşadığımız yegâne farklılık ya da değişiklik sorularımızı soruş, cevaplarını arayış tarzlarımız oldu. Ana meselemiz ise aynı: Bu coğrafyanın dinamiklerini kendi bilgisi içinde seyredebilmek ve anlayabilmek. Bugünün Anadolu insanının kendisini, diğerlerini bir bütün içinde ne gibi bir gerçeklik dünyasında nasıl tasavvur edip yaşadığını anlamaya çalışıyoruz.
20.yüzyıldan bugünlere kadar psikolojinin genelinde ve de özelinde Türkiye’deki akademik psikolojide hem ortak hem de bize has birtakım sıkıntılar yaşıyoruz.
Bilgi, ya da bugünün popüler ve de biricik dayanağı sayılan bilimsel bilgi insanın kendisine, dünyasına dair tasavvurlarını değiştirir, dönüştürür. Dolayısıyla bilginin niteliği eninde sonunda o insanın, o cemaatin, o toplumun tasavvurlarını dönüştürmeye başlar. Bugün psikolojik bilgi, dünyada olduğu kadar coğrafyamızdaki sıradan insanların da dünyasında tartışılmaz bir yer kaplamaktadır. İnsan artık hissettiklerini, düşündüklerini, arzularını, korktuğu ya da sevmediği şeyleri psikolojik bilginin bilimsel dilini referans alarak değerlendirmektedir. “Kötü” durumunu değiştirmek ya da aslında ‘iyi’ halini sürekli korumak için bu referansa yapışmış haldedir. Biz akademisyenler de doğumundan ölümüne kadar, büyürken, olgunlaşırken, yaşlanırken hatta ölürken bu bilgilere dayanarak dünyalarını daha iyi kılacaklarını düşünen bu insanların taleplerini akademik bilgilerimizle dolduruyoruz ama belki daha da önemlisi kendimize yeni talep alanları yaratıyoruz. Bu durum dünyadaki psikoloji kadar Türkiye’deki psikoloji içinde böyledir. Özellikle 80’li yıllardan itibaren giderek hızlanan psikolojik bilginin yani bireyin psişesi, gelişimi, bireysel ve sosyal eğitimi ile ilgili bilgi gündelik yaşantımızın referansı haline girdi. Dolayısıyla artık psikolojik bilgi bizi, “kendi tasarımı” çerçevesinde şekillendirmektedir
Psikoloji bugüne kadar bilimsellik vasfını kullanarak insana kendisiyle ilgili, başına gelenlerle ilgili bilgiler vermiş, bu bilgilere göre onları ‘normal’ ya da ‘anormal’ statüsüne atamıştır. Sözgelimi bugün hepimiz fena olanı, kötü olanı ‘deli’, ‘hasta’, ‘psikopat’ gibi psikolojik terimlerle anlamlandırmakta bu anlamaların getirdiği eylemlere girişerek ‘adam tedaviye muhtaç’ yargılarına varabilmekteyiz. Kötüler cezalandırılırdı. Ama artık psikolojinin yardımcı olmasını talep etmekteyiz. Psikoloji de her seferinde piyasaya yeni sağaltım yöntemleri sürerek kendini ve talep edileni bu surette meşrulaştırmaktadır
Bu şekillendirme neticesinde psikoloji “kendi yeni talep alanlarını” doğurduğu gibi kendini bu talep alanlarının yegâne meşru merci saymaktadır. Birçok anlamda toplumda iktidarın dilini kurmakta ya da bu dile yoldaşlık edecek bilgileri üretebilmektedir. Sözgelimi bireyin, içinde yaşadığı toplumun daha iyileştirilmesi adı altında, sağlıklı bir ruhsal donanıma sahip, motivasyonu yüksek, iyi ilişkiler geliştiren, her zaman uyumlu, düzeni, grubu, topluluğu çatışmalara götürmeyen bir bireylik bilgisini, bilimsellik etiketi altında, olması gereken olarak sunmaktadır. Dolayısıyla çelişkiler, çatışmalar, değişimler bu bilginin standart sapmaları haline sokulmaktadır.
Batılı bir bilgi olan bilimsel bilgi bunu “bilimsel olan evrensel olandır”, “bilimsel bilgi evrenseldir” düsturu altında yapar. Kültürel farkları tanımakla birlikte bu farkları satır aralarında kendi tasarımında eritir. Sözgelimi birey odaklı oluş ya da bir başka ifade ile sosyal dünyası içinde bireyin kendisinin önceliği esas alındığından kültürler arası fark bu ölçü üzerinden okunur ve o kültürün bu esastan farkı konu edilir. Bunun gündelik hayattaki neticeleri dikkat çekicidir. Psikolojinin birey merkezli gizli dili artık Batı dışı toplumlarda o kültürün, cemaatin, dilinde üretilmektedir, bizzat gündelik hayata ve dile girmiş durumdadır. Eğitmenler ve ebeveynler bu psikolojik özellikleri esas ve hedef kabul etmektedirler. Sözgelimi Türkiye’nin rasyonel, kendine yeten, birey odaklı modern benlik yapısına sahip olmaması bir eksiklik olarak tartışılabilmektedir. Dahası bunun tersine çevrilmesi için gereken eğitimler verilmekte ve eğitim grupları dahi kurulmaktadır.
Yakın zamana kadar psikoloji, üretilen bilimsel bilginin tarihselliğini ve sosyal oluşunu nesnellik adı altında dışarıda bırakmaktaydı. Yani insana dair olanın belli bir geçmiş ve de sosyal alan içinde ancak diğer insanların varlığında ortaya çıktığı, bunların dinamikleri belirlediği dolayısıyla hakkındaki bilginin de sürekli dönüşüp değişen bir bilgi olduğu göz ardı edilip yok sayılıyordu. 1990’lı yıllardan itibaren özellikle sosyal psikoloji insana dair olanın tarihsel ve sosyal olarak sürekli dönüşüp değiştiğini fark etmeye başladı. Ayrıca kendi bilimsel bilgisinin sözgelimi önyargılar gibi bilgilerin toplumda talep alanları ürettiğini en önemlisi de ürettiği bilginin gündelik yaşantıda sıradan insanın kendisi ile ilgili anlamalarını değiştirdiğini gördü.
Bu durum kendi bilgisinin toplum içinde “normal olan” adına, “doğru olan” adına müdahale edici vasfını sorgulamasına yol açtı.
Ne yazık ki aynı şeyi Türkiye’deki psikoloji ve sosyal psikoloji için söylemek mümkün değil. Bugün kendi yerel bilgisine kültürler arası farklılık zemininden bakmaktadır. Burada farklı olan kendi yaşadığı kültürün bizzat kendisidir. Bu sebeple özellikle müdahaleci vasfını toplum içinde, elitist yani doğru bilginin biricik sahibi konumuyla meşrulaştırmaktadır. Ya da en iyi niyetle, batılı bilimsel psikolojik bilginin yerel versiyonlarına ulaşmaya çalışmaktadır. Sözgelimi birey odaklı bir toplum olmadığımız kabul görmekte ama ilişkisel bir benliğimiz sebebiyle de sözgelimi toplumsal reformların geciktiği ya da özgür bağımsız kararlar alamadığımız söylenebilmektedir. Veya sözgelimi Mardin’in Bilge köyündeki toplu cinayet hadisesi, cinayeti işleyenler ve kurbanlar açısından bireylerin gelişmemişliği, bireyin özgür iradesini kısıtlayan geleneksel bilgi gibi kavramlar üzerinden tartışılabilmektedir.
Mümtaz hocayı takip ettiğimiz çizgi işte tam burada bizi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalını, ülkemizdeki diğer sosyal psikoloji bölümlerinden radikal bir şekilde ayırmaktadır. Biz, bu anabilim dalında her şeyden önce kendimize dair bilginin kendimize has dinamikleri olduğunun farkındayız. Gerçeklik tasavvurlarımızın, buna bağlı insan tasavvurlarımızın yine buna bağlı kendilik tasarımlarımızın batılı bilgi süreçlerinden farklı işlediğinin verilerini, insanların gündelik konuşmalardaki etkileşimlerinde çok rahatlıkla seyredebilmekteyiz. Hedefimiz, bugünün Anadolu insanının gündelik sıradan etkileşimlerinde meydana gelen anlam dönüşümlerini seyredebilmektir.
Burada Mümtaz Hocadan muhtemelen ayrıldığımız nokta, sadece, onun devrinin baskın pozitivist bilimsel anlayışıdır. Mümtaz hoca toplumda değişmelerin nasıl gerçekleştiğine dair fikirleriyle, Modernizmin tepeden inme sorgulanmayan bir devlet projesi olmaktan çok toplumun dinamiklerinde kendine has bir dönüşüm olduğunu savunduğunu hepimiz biliyoruz. Zaten bugün sosyal bilimciler olarak toplumda gözlediğimiz, içinde birer üyesi olarak yaşadıklarımız da hocamızın ne kadar haklı olduğunu gösteriyor.
Bugün takipçileri olarak bizim yaptığımız, toplumumuzda gündelik etkileşimlerde kurulan anlam dünyalarını incelemek. Ama bu incelemenin hedefi, olması gerekenin ne olduğunu ortaya çıkarmak değildir. Sözgelimi nasıl bir modern birey ya da bireyler arası etkileşimler olması gerektiği değildir. Çünkü olması gereken dediğimiz şey aslında olmakta olanlar arasında alternatif bir ihtimalden başka bir şey değildir. Benzer şekilde neler olabileceğine dair tahminlerde de bulunmuyoruz. Çünkü tahmin işinin kendisi zaten toplumun dinamiğini zamanda dondurma işinden başka bir şey değildir. Tahmin etme işi, araştırmacının araştırmasını yapabilmesi için değişkenlerin sabitlenmesini gerektirir ki bu da yaşamın kendisine aykırı düşer. Yaptığımız ve yapabileceğimiz tek şey hallerin farkında olmak ve bunu anlamlandırabilmektir. Zamanda bir araya gelmişlerin ya da yakın düşenlerin ürettikleri süreçleri açıklayabilmektir.
Bu düşünce bizim, bilim dünyasının diğer üyeleriyle yaşadığımız metodolojik ortaklığımızdır. Onlardan ayrıldığımız nokta ise sürecin ürettiği bilginin başka süreçlere genellenemezliğidir. Sözgelimi sosyolojik alandaki çalışmalar bize açık bir şekilde Anadolu modernleşmesinin kendine özgü dinamikleri olduğunu göstermektedir. Makro düzeydeki bu gözlemler haliyle mikro düzeyde bizim çalışmalarımızla bütüne tahvil olmaktadır. Sözgelimi gündelik Türkçe konuşmalarda konuşanların, batının tersine, kendini ya da karşısındaki anlamaya odaklanmadığını aksine özellikle konuşmanın devamlılığını gözeten bir etkileşim kurduğunu görmekteyiz. Bir başka ifade ile söylenenlerin doğru anlaşılmasından ziyade konuşmanın kendisinin devam ediyor olması öncelik taşımaktadır. Bu hali, batılı tarzlarla karşılaştırarak anlamak yerine, kendi içinde neyi işaretlediğini arıyoruz yani: konuşmacıların konuşmanın kendisini sürdürmeyi önemseyerek ne elde etmeye çalıştığını, neyi tasarrufunda tutmaya çalıştığını anlamaya çalışıyoruz.
Aynı şekilde toplumda yaşanan modernleşme sürecinin Türkçe konuşanların “kendi oluşlarını” da dönüştürdüğünü görüyoruz. Sözgelimi Türkçe konuşmalarımızda kendi varlığımızı konuşmadaki eylemsel sorumluluğa göre ön plana getirebiliyoruz ya da belirsiz hale sokabiliyoruz. Veya eğer eylemin kendisi açık seçik bir sorumluluk yükleyecek ise ben oluşları toptan ortadan kaldırıp tam bir belirsizlik içinde yapılması gerekenlerin neler olduğunu saatlerce konuşabiliyoruz. Kültürler arası psikoloji açısından bu olayı ele alacak olan yerli bir sosyal psikolog için bu durum bireyin özgür iradesini kullanamaması, sorumlu, rasyonel bir birey olamaması olarak yorumlanacaktır. Biz ise böyle bir karşılaştırma zemini kullanmıyoruz. Aksine, birey olarak kendi varlığını konuşmalarında önplanda tutmaya başlayan Türkçe konuşan bu kişinin kendi varlığını kendi tasarrufunda tutmak gibi özgün bir strateji ile hareket ettiğini düşünüyoruz.  Kendini ayrıştırmayı, özerkleştirmeyi batılı gibi bir mutlaklık halinde yaşamak yerine stratejik bir tercih olarak kullanmaktadır.
Bu strateji ona aynı zamanda rasyonel olanla irrasyonel olanı iç içe inşa edebilmesine, sözgelimi korkusu ile korkusunun rasyonel ifadesini bir arada üstelik herhangi bir argüman öne sürmeden şahsi kanaatler halinde kurabilmesini sağlamaktadır.
Türkçe konuşan bireyin gündelik sıradan yaşantısında seyrettiğimiz bu dönüşümler, başta Mümtaz hocanın kültür değişmeleri üzerine yaptığı çalışmalar olmak üzere bugüne taşıdıklarımız sayesinde, bize kendimizle ilgili yeni ufuklar açtığı gibi batılı modernizm ve batılı bireysellikten farklı bu coğrafyanın bilgi dünyasında yeni ilmi cihadlara yol göstereceğine inancım tamdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.