7 Eylül 2014 Pazar


DENEYSEL PSİKOLOJİNİN TEORİK TEMELLERİ VE ALTERNATİFLERİ
Luk  Van Langenhove



van L. Langenhove (1995) Theoretical foundations of experimental psychology and its alternatives. J.Smith, R.Harré ve L.van Langenhove (ed.) Rethinking Psychology, s/1-9 Sage Publication.

Çeviri: Sibel A. Arkonaç



Psikoloji sağ sağlim afiyettedir. Herhangi bir üniversite kütüphanesinin psikoloji bölümünden zevkle okunarak çıkarılacak manzara budur. Psikolojinin neleri “başardığının” ayrıntılı hesaplarıyla karşılaşılan sayısız giriş kitabı, ansiklopedik sözlükler, monograflar ve geniş malumatlı dergiler burada bulunabilir. İlk bakışta görülen manzara serpilip büyüyen disiplinin birçok alt disiplinlere ayrıldığı ve alanın çok geniş farklılıklar içerdiğidir. Çağdaş batı toplumundaki psikolojinin gerçekten serpilip geliştiği söylenebilir: insan tarihinde düşüncesini her türlü psikolojik probleme vakfetmiş hiç bu kadar çok bilim adamı olmamıştı. 
Ama “psikolojik bilimsel literatür” denilen şeye daha ayrıntılı bir bakış, psikolojide birçok şeyin tartışılmadığını ve diğer başka birçok şeyin de tartışılmadan doğru kabul edildiğini hemen size öğretir. Psikolojik fenomenle, üzerinde çalışılan ya da oluşturulan yöntem arasındaki ilişkiye de pek dikkat çekilmemiştir. Kısacası psikolojinin ontolojik ve epistemolojik temeli sorgulanmamış vaziyette durmaktadır. Psikoloji bilimine iyice yakından bakmak zahmetine katlanan birinin hüküm süren safsata ve göz yanılmalarından kafası karışır:
“Sosyal psikoloji derslerine ilk kez girmeye ve standart malzemeyi okumaya başladığımda bir inanamazlık duygusuna kapıldığımı itiraf etmeliyim. Var olması gereken bir akademik uzmanlık alanının kavramsal kafa karmaşasıyla dolu olması, çok uzun süre önce yıkılmış antik felsefi konumlardan incelenmemiş faraziyeler ve had safhada imkânsız teoriler ileri sürülüyor olması bana ziyadesiyle şok edici geliyordu.” (Harré,1990 s:342)

Çoğu bilim felsefecisi ve giderek daha fazla sayıda psikolog yukarıdaki görüşleri paylaşmaktadır. Ama akademik psikologların çoğunun böylesi haşin eleştirilerle hiç te canını sıkar gibi bir hali yoktur, en temel varsayım ve yöntemlerine hücum eden önemli akımların varlığından bile belki haberdar değildirler. Bu hassas ortamı anlamak için psikolojinin iki ana özelliğini göz önünde bulundurmak gerekir. Biri şekli ile ilgilidir: sosyal bilimlerin bütününde psikolojinin fiilen kurumsal düzenlenme şekli. Diğeri yöntemiyle ilgilidir: psikologların yöntemsel ilerleme şekliyle ilgilidir. Bu bölümde psikoloji disiplininin hem kurumsal şekli hem de yöntemsel muhtevası ele alınacaktır. Aynı zamanda deneylerin psikoloji uygulamalarındaki özel yeri de tartışılacaktır. Bu bölümün esas neticesi şu olacaktır: tıpkı diğer sosyal bilimler gibi psikolojinin başlangıcından beri iki yöntem modeli vardı: doğa bilimlerinin modeli ile hermenötik model. Psikolojiye doğa bilimlerinin modeli hâkim olmakla birlikte epistemolojik olarak konuşacak olursak eğer hermenötik model benimsenir ve bu model doğru bir ontolojijk bağlamda uygulanır ise psikolojinin ancak o zaman, iyi kurulmuş bir bilim haline geleceği öne sürülecektir.

Psikoloji ve sosyal bilimlerin kurumsal ve yöntemsel organizasyonundaki yeri
Sosyal bilimler bugün kendini bir dizi “disiplin” yani kurumlaşmış uygulamalar halinde takdim eder. Psikoloji normalde sosyal bilimlerden biri sayılmakta bu sebeple de kurumlaşmış özerk bir bilimsel disiplin olarak kabul görmektedir. Bu o kadar kabul görmektedir ki, ne psikolojinin ne de herhangi bir sosyal bilimin “doğal türden” bilim sayılabileceği sık sık unutulmaktadır. Hâlbuki hepsi insan uygulamalarıyla kurulmuştur onun için bunlara belli sosyal uygulamaların tarihsel ortaya çıkışı olarak bakılmalıdır. Manicas’ın (1987) belirttiği üzere sosyal bilimlerde disipline göre bölünmeler, ondokuzuncu yüzyılın sonuna yayılan bir yirmi ya da otuz senede gerçekleşti ve Amerika Birleşik Devletlerinde ortaya çıktı:

“Sosyal bilimlerde ‘ana akım’ denilebilecek olanı tanımlayan bu uygulamalar psikoloji de dâhil olmak üzere, büyük ölçüde bu zaman zarfında yer edindi ve geçen elli senede şaşırtıcı derecede az değişti” (Manicas, 1987 s:5).

Ebbinghaus (psikolojinin kurucu kişilerinden) psikolojinin doğa bilimlerinden daha uzun bir geçmişe ama daha kısa bir tarihçeye sahip olduğunu söylediğinde bu ifade psikolojinin gelişiminde bir ilerlemenin olduğuna, fizik ve kimyanın daha önce serbest kalışı gibi psikolojinin de kendi bilim öncesi geçmişinden sıyrılarak “serbestleştiğine” işaret ediyordu. Bu ifade aynı zamanda psikoloji tarihinin “doğal” bir gelişme olduğuna, bir başka psikoloji tarihinin de mümkün olmadığına işaret etmektedir. Ama yine de Ebbinghaus’un ifadesi mantıklıdır. Psikolojinin çok uzun bir geçmişi vardır çünkü “bilim öncesi” psikolojik bilgi, toplumun düzeni ve işleyişi için zarurî bir gereklilik olagelmiştir. Fakat psikolojinin bilimsel bir disiplin olarak kurulması ancak aşağıda kısaca tartışılacak bir dizi özel sosyal süreç ve şartlar neticesinde mümkün olabilirdi.
Psikoloji tarihinin, tıpkı bütün sosyal bilimlerin tarihi gibi içinde vücut bulduğu iddia edilen belli kurumların tarihinden daha fazla bir şeye işaret ettiği ortadadır. Psikoloji tarihi, Wundt’la başlayan laboratuvar araştırması tarihiyle, akademik bölünmelerin oluşturulmasıyla, bilgili toplumlarla ve hepsinin ötesinde “psikolog” gibi mesleklere yol açışı ile eşitlenemez. Daha ziyade “resmî” bir tarihin gelişimine, kısmen kurumun varlığının kendilik meşruiyetine hizmet eden, kısmen de o disiplinin yeni üyelerini alıştırma aracı olarak bakılmalıdır. Daha da karmaşık olan hikaye ise psikolojinin kuruluşunun, tıpkı diğer sosyal bilimlerin ortaya çıkışı gibi, hem insanı ve toplumu incelemeye izin veren hem de bir dizi sosyal ve psikolojik fenomenin incelenmesini gerekli kılan bir dizi toplumsal değişiklikle ilgili olmak zorunda olmasıdır. Psikolojinin bir disiplin olarak ortaya çıkışına ve gelişimine, aşağıda dört açıdan kurulu daha geniş bir sürecin bir kısmı olarak bakılmalıdır.

Belli insanî fenomenlerin inceleme nesnesi olabileceğinin farkına varılması
Herhangi bir bilimsel incelemenin deneysel çalışma olmaksızın yapılamayacağı fikrinin ortaya çıkması
İncelenmek istenen bir fenomene erişebilme imkânının ortaya çıkması
İnsanî fenomenleri incelemek için yeterli yöntem ve tekniklerin gelişmesi

Bir bilimin ortaya çıkması için lazım gelen ilk şey, belli fenomenlerin incelenmesi muhtemel nesneler olarak düşünülmesidir. Bu belli bir zamanda kişinin belli bir şeyi incelemesine izin verilmesi gerektiğine, kişinin herhangi bir şeyi incelemeyi talep etmesi gerektiğine, ve kişinin onu incelemeye muktedir olması gerektiğine işaret eder. Herhangi bir fenomen ancak eğer bu üç şart yerine getirilirse bilimsel bir çalışmaya tutulabilir.
Sosyal bilimlerin bilim öncesi uzun geçmişinde çeşitli sosyal uygulamaları ilgilendiren çok fazla miktarda bilgi toplanmıştı. Bu birikmiş bilgi geleneksel olarak meşrulaştırıcı bir işlevi yerine getiriyordu, kaynaklandığı sosyo-ekonomik formasyon ideolojisinin bir kısmıydı. Bunun gibi, insanoğlu ve toplumların ilk modelleri de aslında sadece var olan sosyal uygulamaların gerekçelendirilmesi ve meşrulaştırılmasıydı: hiçbir şey sorgulanmıyordu çünkü açıklanmalarına gerek yoktu. Bu modellerdeki merkezî rol Tanrı kavramıydı: şeyler öyleydi çünkü Tanrı istemişti. Bunlar yalnızca şeylerin esası hakkındaki “büyük” sorular için değil insanların ve toplumların işleyişiyle ilişkili birçok “küçük” soru için de geçerliydi. Dinî dogmaların tartışılmasına izin verilmediği için insanların ve de toplumların incelenmesi, dinsel zeminde uzun bir süre hemen hemen imkânsızdı. Sonuçta sosyal bilimlerin yükselişindeki ilk gerekli basamak dünyanın ve özelde insanoğlunun sekülerleşmesi gerektiğiydi. 
İnsanın ve toplumun incelenmesinde dinî engeller kalktıktan sonra geriye ideolojik ve siyasi engeller kaldı. Meşrulaştırıcı işlevi sebebiyle sistemli sosyal bilginin bu ilk biçimleri, tarafsız değildi veya “masum” değildi: kişiler bu gibi beyanlarda bulunanlara her zaman bağlanıyordu. Sözgelimi hukuk, farklı toplumların idareci sınıflarını temsil edenlerce çok pratik sebeplerle geliştirilmiştir. “Hukuk” diye bilinen sistemli sosyal bilgi bütünü, kanunları formüle etme gücüne sahip olmuş olanların konumunu yansıtıyordu ve yetkili olana eleştirel olunamazdı. Var olan uygulamaların eleştirel incelemesi ancak eğer (1) güce sahip olanlar baş etmeleri gereken yeni problemlerle yüzleşirlerse veya (2) diğer grupların idareci grupların gücünü sorgulamak üzere sosyal bilgiye ihtiyaçları olursa mümkündür. Diğer bir ifadeyle, sosyal bir çalışma denilecek problemlere ihtiyaç vardı. Sosyal ve psikolojik problemlerin doğmasına sebep olan yeni ideolojik, siyasi ve doğa bilimi uygulamalarının, onyedinci yüzyıldan itibaren ortaya çıktığı söylenebilir (Manicas, 1987). Bu yeni uygulamalar, insan ve/veya toplumların inceleme nesnesi olduğu ve daha önce var olan fikir ve bilgilerin eleştirel şekilde sorgulandığı özel hareket ve eylemler gerektirdi. Bu problem o zamanlar insan ve toplum süreçlerinin en iyi nasıl inceleneceğiydi. Daha genel bir ifade ile kurumlaşmış uygulamaların kendisi olan sosyal bilimlerin ortaya çıkışında insanı ve toplumu inceleyecek elde iki model vardı. Her ikisinin de paylaştığı ortak şey, a priori teoriler olmadıkları ama her ikisinin de bir “araştırma eylemini” ya da denilebilir ki bir hakikat müzarekesini kapsamış olmalarıydı. Eldeki modellerden biri doğa bilimlerinin modeli diğeri ise hermenötik modeldi.
Hermenötik açıklama işi okuma tekniğidir. Metinler ve belgeler kastedilene doğrudan giriş sağlamaz; bunlar, metnin ya da yazarının neyi kastettiğini keşfetmek üzere açıklanmalıdır. Hermenötik tarihi Gusdorf (1988) tarafından çok güzel anlatılmıştır. İskenderiye Kütüphanesi kütüphanecilerinin çalışmalarıyla İskenderiye’de doğan hermenötik, özellikle ortaçağda Yahudi-Hıristiyan metinlerin tefsirinde serpildi. O zaman dilimi ile İncil metinlerinin doğduğu zaman dilimi arasındaki kültürel gedikle başa çıkmak için çok çaba harcandı. Augustinus De Doctrina Christina’sını yayınladığında bu kitap İncil’in nasıl okunması gerektiğini beyan eden birçok teşebbüsten ilki oldu. Bununla birlikte eski metinlerin açıklamasında dini inancın araya epistemolojik bir engel olarak girdiği giderek açıklık kazandı. Katolik kilisesinin karşı çıkışlarına rağmen filoloji kendisini teoloji ve maneviyatçılıktan ayrılmış özerk bir disiplin olarak kurdu. Sosyal bilimlerin ortaya çıktığı sıralarda Rahip A.Wolf genelde metinlerin incelenmesi üzerine odaklanarak bir filoloji bilimi temelinin atılmasına yardımcı oldu. Hermenötik tedricen, insan fenomeninin incelenmesinde felsefi-yöntemsel bir yaklaşım içinde gelişti.
Hermenötik, sosyal bilimlerin bir modeli olarak düşünüldüğünde esasta kişi veya toplumlara sanki anlamları keşfedilmesi gereken bir metin gibi muamele edilmesi anlamına gelir. Hermenötik yaklaşımda kendine has olan durum kişinin kendine döndürdüğü içebakışıdır. İçebakış durumunda zihinsel içsel hayata iyice yakından bakılır ve bu suretle bir metin muamelesi yapılır. Danziger’in (1990, s: 18) işaret ettiği gibi bir araştırma yolu olarak içebakış, kişinin vicdanını bir yönteme göre kendi başına sınamasını savunan, Protestan bir teoloji üzerine kurulmuş henüz yeni bir tarihsel icattır. Kendini gözlemedeki yöntemsel problemlerin farkına varılması Kant’ın çalışmalarında bulunabilir. Kant’a göre içebakış ancak görünürdeki bilgiyi verebilir gerçek dünya saklı kalmaya devam eder. “Ben kendimi içsel yaşantılarımla ancak bana göründüğü kadarıyla bilirim” (1974, s:22).
Eldeki ikinci araştırma modeli Galileo devrimi ile modern tarzına ulaşmış doğa bilimlerinin modeliydi. Bu devrimin önemli yönlerinden biri bilimin artık-Aristo’dan beri olduğu gibi- muhtevasıyla tarif edilemeyeceği aksine yöntemiyle tarif edilebileceğiydi. Bunun bir sonucu olarak insanlar da dâhil her şeye bilimsel yaklaşılabilirdi. Doğa bilimlerini sosyal bilimler için model olarak almak, kişilere ve toplumlara sebeplerinin gözlenebilir olması gereken doğa(madde)olayları muamelesi yapmak anlamına gelmiştir. İlk psikologların çoğu için psikolojik bir bilimde incelenebilir olan yegâne fenomenin, bedensel hareketler gibi herkesin gözleyebileceği şeyler olması aşikârdı. Bu durum psikolojinin başlangıcının Newton mekaniğine daha fazla benzemesine, insanların “içersindeki” olayların ölçülebilir tipte olanlar (gözlenebilir fenomenle bağlantılı içsel olaylar olarak doğru varsayımı yapılır)ile insanoğlunun dışındaki, çevresindeki eşit derecede ölçülebilir olaylar arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaç edinmesine yol açtı. Bu yaklaşıma “bilimcilik” etiketi yapıştırılabilir: psikolojik fenomenleri açıklayan nedensel mekanizmaları keşfetmek için doğa bilimlerinden yöntemi ve niteliksel kelime bilgisini ödünç almak.
Gelecek kısımda psikoloji için yöntemsel düzeyde böylesi bir bilimci yaklaşımın neticeleri tartışılacaktır. Ama bu bilimci yaklaşım, bilim felsefesi düzeyinde de sonuçlar taşır. Sosyal bilimleri doğa bilimleri modeli içinde açıklama fikri, inorganik kimya ve Newton tarzı fizik gibi klasik fiziksel bilimlerde kullanılan açıklama modellerinden kopyalanmıştır. Bu modeller nedensel ilişki üzerine kurulu kanun benzeri tahminler üretmeyi amaçlar. Böylesi pozitivist bir yaklaşım felsefecilerin, bilimsel açıklamaların hesabını sadece mantık terimleriyle vermeye çalıştıkları eski Kartezyen geleneğe kadar gider. Hempel ve Viyana grubu üyelerinin formule ettiği tarzıyla bu mantıksal pozitivizm, “mantıksal atomizm” denilen biçime girmiştir: önermeler halindeki iddialar basit gözlenebilir olguların en temel öğelerine indirgenmeliydi. Psikolojide bunlara şimdilerde “değişkenler” denmektedir. Psikologların büyük bir kısmı bugün gizil bir mantıksal pozitivist yöntem edinmiştir. 
Pozitivizmin birçok tarifi vardır. Manicas, ‘kural olarak yaşantının ötesine başvurmaktan tamamen sakınması gereken bir bilimsel açıklamaya sahip, pozitivist bir (bilim) felsefe’ dile getirilmektedir (1987, s:9). Bir başka ifadeyle pozitivizm, herhangi bir fenomen alanındaki yegâne güvenilir bilginin, basit duyumların belli örneklerine dair bilgiye indirgenebilir bilgi olduğu kuralı üzerine kuruludur. Pozitivizme göre sözgelimi atomlara dair bir ifadenin mümkün olan yegâne anlamı birinin bu ifadenin doğru ya da yanlış olduğunu kontrol edebilmesidir. Dolayısıyla bu Doğrulama Kuralı (verification principle) kavramların ancak sınanabilir teoriler olarak görülebileceğini kabul eder. Bu görüşe göre atom kavramı bir dizi olayı açıklamaya izin veren bir teoriden başka bir şey değildir. Sonuçta, teoriler tahminlerde bulunmak için gerekli olan mantıksal aygıta indirgenir (bu sebepten “mantıksal pozitivist” adını taşımaktadır). Başka bir ifade ile pozitivistler için atomların gerçekten var olup olmadığını bulmak imkânsızdır.
Pozitivistlerin bir başka özelliği de nedenselliğin düzenlilik teorisidir, bu teoride nedensellik etkin bir fail ile edilgen bir alıcının eylemleri arasındaki üretken ilişkiye, olayların kaba bir korelasyonuna indirgenir. Nedensel teorinin temel fikirleri en iyi bilardo masası benzetmesiyle kavranabilir: bir bilardo topu diğerine çarptığında onun etkisini ikinci topun hareketi izler. İkinci top dışarıdan herhangi bir güç olmaksızın hareket etmez. Psikolojinin ana görüşünde nedensellik, değişen durum ve şartlar altında bağımsız olaylar arasındaki istatistiksel ilişki düşüncesidir. Böylesi bir “neden” görüşü David Hume’un pozitivist “düzen” teorisinin genel çizgilerini takip eder dolayısıyla dış uyaranların davranış için açıklanmışlığını vurgular. Harré ve Secord’un işaret ettiği üzere:

“araya giren şeylerin kendiliğindenliği ya da üretici gücü önemsenmez. Dolayısıyla Hume tarzı görüş, belirleyiciliğin en naif haliyle birleştirilir. Dahası neden olay ile sonuç olay arasında var olduğu varsayılabilecek herhangi bir bağlantıya, nedensel ardışıklığın tekrarıyla gözlemcide ortaya çıkan psikolojik fenomen muamelesi yapılır ve bilim bununla ilgilenmez” (1972, s:31). 

Böylesi bir görüşteki mesele bu sebeple, insan davranışının niyet ve beklentileriyle birlikte faal failleri ve de kendisi kadar faal diğer faillerle iletişim kurmasını kapsayan anlamlı bir davranış olduğunu hesaba katmamasıdır.
Özetle doğa bilimlerinde nedensellik arayışı hedeflenir, evrensel bilgiyi ortaya çıkaran “geniş kapsamlı” düzenler denilen niceliksel analiz biçimlerini destekler ve pozitivist bir bilim felsefesiyle ilişkilidir. Hermenötik model, anlamı araştırmayı amaç edinir, kendine özgü olanların bilgisini ortaya çıkaran niteliksel analizi destekler ve de pozitivist olmayan bilim felsefesi ile ilişkilidir. Psikolojinin doğa bilimleri modeli baskın olmakla birlikte hermenötik model sahneyi hiçbir zaman terk etmemiştir, son yirmi senedir doğa bilimleri modeli güçlü saldırıların hedef tahtası haline gelmiştir. Bununla birlikte psikolojinin üzeri halen büyük ölçüde doğa bilimleri modeliyle örtülüdür. Bunun en göze çarpan sonucu deneylerin hâkimiyetidir.
  
Psikolojide Deneylerin Hâkimiyeti
Psikolojinin doğa bilimleri modeli, psikolojik araştırmanın nasıl yönetileceği ve psikolojinin sosyal bilimlerin geniş kurumsal bağlamında nasıl şekillendiği hususunda epistemolojik ve ontolojik sonuçlara haizdir. Psikolojide bugünün hâkim kavramı, psikolojinin tahminlerde bulunmak üzere davranışı (“bağımsız değişkenler” denilen), sebeple ilişkiye sokmayı amaçlayan bir bilim olduğu nosyonundan çıkartılabilir. Deneysel psikolojide davranışın çevresel, biyolojik ya da kognitif sebepleri aranır. Klasik olarak bu sebepler bağımsız bir değişkeni sistematik bir şekilde değiştirerek ve bağımlı bir değişken üzerindeki etkileri ölçülerek yapılır. Gerçekten “bilimsel” olmak için böyle bir deneysel araştırmada iki kontrol şekli kullanılmalıdır. Birincisinde, deneysel şartlar arasında sadece bağımsız değişkenin değiştirilmesine izin verilir dolayısıyla ortamın bütün diğer yönleri tüm deneysel şartlarda aynı kalır. İkincisinde denekler deneysel uygulamalara, uygulama şartları arasındaki farklılıklara, bağımsız manipulasyondan başka faktörlerin sebep olmasını imkânsızlaştırmak üzere random yerleştirilir. Deneysel psikolojinin doğa bilimleri yöntemlerinin bir kopyası olduğu aşikârdır: mekanik olayları kontrol eden değişkenlerin belirli niceliksel değerleriyle Newton mekaniği, bu olayları deneyler düzenleyerek hemen hemen kesin bir şekilde tahmin edebilir.
Psikolojinin son derece açık olan meselesi; psikolojik fenomenlerin en iyi deneylerle incelenebileceğine inanıyor olsa bile, çoğu deneylerin sadece pratik ya da ahlakî sebeplerden ötürü mümkün olmamasıdır. Bu gibi durumlarda deneylerin yedeği “psikometridir”. Deneysel psikoloji ile psikometrik psikoloji arasındaki ayırım Cronbach (1957) tarafından konmuştur. Psikometrik psikolojide doğal olarak ortaya çıkan ortamsal değişkenlerle diğer başka değişkenler arasındaki ilişki, bu ikisinin dikkatli bir şekilde gözlenmesiyle değerlendirilir. Bununla birlikte deneylerin kontrol özellikleri uygulanmadığı için nedensel çıkarımda bulunulamaz. Psikometrik psikoloji çoğu kere testlerle ve bir ortamdaki davranışı (sözgelimi bir zekâ testinin sorularını cevaplamakla) bir başka ortamdaki davranışla (sözgelimi okul başarısı) bağlamayı amaçlayan ölçümlerle uğraşır.
Psikolojideki çoğu giriş kitabı, deneyleri ve psikometriyi psikolojide yegâne ses getiren iki yöntem olarak takdim edecektir. Bunun yanı sıra psikoloji tarihinin naif manzarasını bu iki yaklaşıma göre lineer bir gelişme gibi sunacak ve psikolojinin geleceğini deneysel ve psikometrik yaklaşımların üst düzeyde saflaşması olarak çizecektir. Morawski’nin (1988) ve Danziger’in (1990, 1994) yeni ufuklar açan çalışmaları sayesinde artık psikoloji tarihinin 1870’de Wundt’un ilk psikoloji laboratuvarını kurduğunda başladığı söylenen deneysel psikoloji araştırma tarihi ile aynı kefeye konamayacağını ifade edecek durumdayız. 
Wundt’un, Newton tarzı doğa bilimleri deneyini model alan psikolojik deneyin, çıkış kaynağı olarak resmedilmesi yanlış bir kavramlaştırmadır çünkü Danziger’in de (1990) tartıştığı üzere Wundt’un deneylerin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair fikirleri doğa bilimlerini model almamıştı. Wundt davranışla değil bireyin bilinci ile uğraşmıştı. Dolayısıyla Wundt için insanoğluna sadece davranışları gözlenebilen doğal nesneler gibi muamelede tabii ki bulunulamazdı. Bu yüzden insanların içsel algıları üzerine yoğunlaşarak içebakış yönteminin bazı kısımlarını uyarlamıştı. Wundt’a göre “zihnin bilimsel psikolojisi için problem, içsel algının bilimsel gözlem gibi bir şeye dönüştürülebileceği şartların yaratılmasıydı” (Danziger, 1990, s:35). Laboratuarlar böyle ortamlardı çünkü Wundt tarzı psikologların, deneklerin algılarına kendi bilinçli olası yansımalarından önce “hafifçe dokunmalarını” mümkün kılmaktaydı. İkinci olarak Wundt tarzı psikolojik deneyselliğin sosyal düzeni bugünün deney idare tarzından bütünüyle farklıydı. Wundt için deneyciler ve denekler karşılıklı yer değiştirebiliyordu. Deney, araştırmacıların kendilik bilincinde oldukları bir cemaatin uygulamalarından başka bir şey değildi. Bireyler bu tip araştırmada yoğun incelemelere mâruz kalıyordu ve zihinlerinde sürüp gidenin gözlenmesiyle tanımlanmaktaydılar.  Şunu önemle not düşelim ki bugünün deney kavramının tam tersine psikolojik fenomenler kümelere, toplama değil bireylere atfedilirdi. 
Yine dikkat çekilmelidir ki Wundt hiçbir zaman deneysel yöntemi deneysel bilgiyi kazanmanın biricik yöntemi olarak görmedi. Aksine insan kültürünün etnografik incelemesine dayanan (“Völkerpsychologie” denilen) bir psikoloji istedi.
Psikolojide Wundt tarzı yaklaşım kendini, desteklenebilir bir yöntem olarak resmîleştirmedi. Bir taraftan doğa bilimlerinin deneylerine daha çok benzeyen deneyler yönetme çabasıyla dikkatler, içebakıştan “gözlenebilir davranışa” kaydı. Diğer taraftansa yine dikkat bireylerden denek gruplarına kaydı. Her iki değişikliğin de neticesi, incelenen insanoğluna her seferinde daha fazla doğa nesnesi muamelesi yapılmasıydı: içsel hallerine hiç dikkat edilmedi, değiştirilebilir nesnelerdi. Psikolojideki bu önemli paradigma kayması iki sebepten dolayı ortaya çıktı. Birincisi, yüzyıla girişte psikolojinin kendisine eğer ‘gerçek’ bilim olmak istiyorsa sadece doğa bilimlerinin model olabileceğine inanmış giderek artan sayıda psikolog vardı. Meşhur Amerikalı psikolog William James, Wundtçu psikolojiye baktığında bu psikolojinin başarılarından hoşnut değildi. Gördüğü şuydu:

Bir ham olgular dizisi; biraz dedikodu, kanaatler üzerinde dalaşmalar; tasvir edici düzeyde önemsiz az biraz sınıflama ve genelleme, zihinsel hallerimiz olduğuna dair kuvvetli önyargılar, ama fiziğin bize gösterdiği kanunlar gibi tek bir kanun, herhangi bir sonucun nedensel olarak çıkarsanabileceği tek bir önerme bile yok. Temel kanunların elde edileceği, eğer böyle kanunlarımız varsa, şartları bile bilmiyoruz...Bu bilim değil, sadece bir ümit (1893, s/468). 
  
İkincisi, yüzyılın dönüşünde var olan olgu, kurulu bir disiplin olarak psikolojinin sonuçlarını dış dünyada uygulaması gerektiği idi. Danziger’in dediği gibi:  “özel pazarlanabilir ürünlerin inşasında kullanışlı olan uygulamalar muhtemelen desteklenirken bu kapasiteden yoksun olanlarsa bundan böyle engele takılıyordu”(1990 s/ 101). Psikometri, Wundtcu deneylere alternatif olarak ortaya çıkışıyla doğa bilimlerinden olabildiğince kopyalama iddiasını kaybetmeksizin psikolojik testler gibi pazarlanabilir ürünler temin edebildiğini ispat etti.  
Psikometrik yöntemin kaynağı, daha sonraları normal hata kanununu zihinsel kabiliyetleri ölçmeye uygulayan Francis Galton tarafından geliştirilen Quelet’in istatistik fikirleridir. Galton aynı zamanda şimdilerde her yerde hazır ve de nazır olan ‘ “korelasyon indeksini”, r’yi’ kurgulamıştır. Psikolojik testlerin gelişimi, psikolojik testler vasıtasıyla “ölçülen” insan kategorileri arasındaki farklılıkları ayrıntılı şekilde planlamayı mümkün kılan istatistiksel korelasyon yöntemleri sayesinde mümkün oldu. Psikolojinin en pazarlanabilir ürünü haline gelen bu testlerdi. Galtoncu psikolojik yaklaşım hȃkim bir konum kazanmıştı çünkü endüstride doğru işe doğru adamın nasıl seçileceği ya da okul öğrenmesinde ilerlemenin nasıl ölçüleceği gibi problemlere uygulanabilir olduğunu kanıtlamıştı.
Galtoncu paradigmanın çok önemli bir özelliği de topluca çeşitli türden denekler kullanabileceğini varsaymasıdır. Bir tarafta var olan denek grupları kullanılabilir (sözgelimi yaş ya da cinsel rol) diğer taraftan yeni tarif edilmiş kategoriler de kurulabilir. Danziger’in de işaret ettiği üzere psikologların geleneksel sosyal kriterlere dayanan gruplaşmalara denk düşmeyen yeni birey gruplaşmaları ürettikleri üç temel yol vardır: (1) benzer deneysel uygulamaya tabii tutulan ama uygulamaya verdikleri tepkilere göre sınıflanan insan grupları, (2) farklı deneysel uygulamalara tabii tutulan insan grupları, (3) deney öncesi psikometrik değerlendirmelere verdikleri tepkilerle tariflenen insan grupları.
Psikolojide ana görüş bugün psikometrik ya da deneysel psikoloji olsun aşağıdaki şu özelliklere sahip Galtoncu yaklaşımın hâkimiyetindedir: insan grupları ‘araştırılır’ (yığma veri); insanlar sayılabilir vasıfla donatılmıştır; ve insanlar soru varakalarına, testlere ya da deneylere tabii tutulurlar. (Kitabın) bu cildindeki birçok katkı böyle bir yaklaşıma epistemolojik zeminlerde meydan okumaktadır. Ama aynı zamanda doğa bilimleri modelinin gizil ontolojisine de meydan okunması gerektiği öne sürülebilir. Gelecek kısımda psikoloji için yeni olası bir yeni ontolojik temel kısaca araştırılacaktır.


Deneysel olmayan bir psikoloji için yeni bir ontolojik temel
Gündelik hayatta, bilimde olduğu gibi, dünya hakkındaki düşünce, ontolojik temel hizmeti gören bir başvuru sistemini kullanmayı önceden varsayar. Fizik bilimlerinde kullanılan bu başvuru sistemi uzun süredir algılanan materyal dünyanın, uzayda konumlanmış zamanla evrilen birinden diğerine yayılan etkilerle ilişkili maddesel nesnelerinden ibarettir. Onsekizinci yüzyılda fizik bilimlerinin ortaya çıkışıyla bilim adamları dünyayı deneyler düzenleyerek ve teoriler geliştirerek açıklamaya çalıştılar. Bu itibarla, algılanan bu maddesel dünya büyük ölçüde gözlenebilir maddesel varlıklar arasındaki nedensel etkileşimlere göre anlaşılır hale geldi. Bu maddesel süreçleri anlama (ve tahmin etme) sürecinde kilit önemdeki ögeler Öklid’ci mekân kavramlaştırması, Newton’cu hareket görüşü ve de Hume’un nedensel modelidir. Bu üç teorik çerçeve birlikte klasik doğa bilimlerinin ontolojik başvuru sistemini kurarlar. Bu Newton’cu – Öklid’ci dünya görüşü insanların gündelik hayattaki dünyayı nasıl algıladıkları ve yaşantıladıklarıyla büyük ölçüde örtüşür. İnsanoğlu için epistemolojik ihtimaller açısından Harré (1986d) bu maddesel dünyayı üç tür fenomenden meydana gelecek şekilde çizer: (1) 1.Alanı oluşturan gerçek yaşantı nesneleri, (2) 2.Alanı oluşturan muhtemel yaşantı nesneleri; (3) 3.Alanı oluşturan tüm olası yaşantıların ötesindeki nesneler. Kaya, ev, insan, ay gibi şeyler 1.Alana aittir. Mikro organizmalar ve X-ışını gibi fenomenler yüzyıllardır 2.Alana aittir. Ancak yakın zamanlarda insanlık tarihinde, teleskop, mikroskop  gibi diğer aletlerin yardımıyla bu gibi fenomenler gerçekten yaşantılabilmektedir ve bu yüzden 1.Alana aittirler. Dolayısıyla 1.Alanla 2. Alan arasındaki sınır tarihsel olarak ve teknik olarak istikrarlı değildir. 3.Alan hiçbir zaman yaşantılanmayacak bir fenomen alanıdır çünkü sözgelimi ölçme eyleminden önce kuantum haller takımı gibi prensipte yaşantılanamazdır.
Sosyal bilimlerin ontolojik ve epistemolojik temeli hakkında herhangi bir düşüncenin yerleştirilmesi gereken bağlamı bu bağlamdır. Sosyal bilimler ayrı akademik disiplinler olarak ortaya çıktıklarında bu ontolojik sistemi Newton’cu deneysel yönteme bağlı kalarak gizil şekilde edindiler. Bu üç alanda psikolojik ve sosyal bir epistemolojiye işaret eder: gözlenebilir bir 1.Alan (esasta davranış), testler gibi ‘psikolojik aletlerin’ yardımıyla gözlenebilir bir 2.Alan (sözgelimi tutumlar), ve gözlenemez bir 3. Alan zihin ve benlik gibi kavramları kapsar. Ama bugün Newton’cu-Öklid’ci başvuru sistemini bir sosyal dünya sistemi gibi uygulamaya mantıken gerek olmadığını öne sürebiliriz. Dahası klasik doğa bilimlerinin tüm bu başvuru sisteminin sosyal bilimler için epistemolojik bir bakış açısından genelde açıkça yetersiz olduğu bile öne sürülebilir.  
Sosyal bilimciler arasında birçok epistemolojik farklılık hep olmuşsa da sosyal bilimlerin konusunu oluşturan, ilgili sosyal varlıkların neler olduğu hakkında tabiri caizse sosyal dünyanın ‘özleri’ hakkında görece bir ontolojik görüş birliği var gibidir. Standart ontolojide toplumsal fenomen genellikle üç farklı düzeyde ele alınır: insanlar, kurumlar ve toplumlar. İnsanlara karmaşık, nedensel şekilde etkileşen ‘şeyler’ olarak; kurumlara insan grupları olarak; toplumlara daha üst düzeyde insan grupları ya da yığınları olarak muamele edilme eğilimi vardır. Öz benzeri şeyler gibi, bunların her biri doğal dünyanın Newton’cu-Öklid’ci uzay/zaman sistemine doğal varlıklar ya da fenomen gibi yerleştirilebilir. Bu o kadar ortadadır ki dikkat bile çekmez. Bununla birlikte sosyal fenomeni doğal dünya sistemine yerleştirmekle, doğal dünyanın idrak edilemez özelliklerinin sosyal alana aktarılmasına kapı açılmaktadır. Sonuç olarak bu sosyal alan sık sık hep sebeplerin pozitivistik anlamda belirleyici olduğu bir alan gibi resmedilmektedir. Danziger (1990) yeni ufuklar açan psikoloji tarihi kitabında buna Uyuyan Güzel kuralı adını vermiştir: psikoloji doğada bütünüyle şekillenmiş halde var olan, araştırmacı-prensinin onu bulup araştırmanın sihirli öpücüğünü kondurmasını bekleyen ‘nesnelerle’ uğraşır.  
Sosyal bilimlerin bu pozitivist yönleri son yıllarda çok eleştirilmiş (sözgelimi Harré ve Secord, 1972; Manicas,1987),teorileştirme ve araştırmada alternatif yollar formüle etmek üzere çeşitli teşebbüslerde bulunulmuştur (sözgelimi etnometodoloji, etnojenics, yapılaştırma teorisi). Bununla birlikte çoğu durumda sosyal fenomenin dikkate alınması gereken çerçeve olarak bu Newton’cu-Öklid’ci uzay/zaman sistemi sorgulanmadan olduğu gibi bırakıldı. Yine de soruya açıktır. Tabii ki sosyal fenomenler her zaman bir uzay/zaman sistemine yerleşiktir ama bunun mutlaka her zaman çalışılacak en yeterli sistem olduğuna, özellikle de bireyselleştirme, sosyal varlıkların ve de fenomenlerin kimliği hakkında sorular ortaya atılırken işaret etmesi gerekmez.  Maddesel şeyi, eşyayı ve süreci Newton’cu-Öklid’ci uzay/zamanda yerlerle anlara bağlayan karmaşık kuralları sosyal dünyaya aktarmak mümkün olmayabilir.
Rom Harré (1983) sosyal ve psikolojik fenomeni yerleştirmek ve anlamak üzere özel bir sistemin kullanılmasını ikna edici şekilde tartışan ilk kişilerden biridir. Onun alternatifi bir kişiler/konuşmalar başvuru sisteminden oluşmaktadır, konuşma edimlerine metaforik bir şekilde sosyal gerçekliğin ‘meselesi’ olarak bakılır. Dolayısıyla doğal dünya Umwelt zamanda ve mekânda yerleşik şeylerden ibaret algılanırken, sosyal dünya Umwelt bu görüşe göre kişilere ve konuşmalara yerleşik konuşma edimlerinden oluşandır. İnsanlar, kurumlar ve toplumlar dolayısıyla her zaman eş zamanlı şekilde iki ayrı başvuru sistemine yerleşiktir: zaman/mekȃn sistemi ve kişiler/konuşmalar sistemi.  Kişiler bu görüşte sosyal edimler için yer olarak resmedilir. ‘Mekân’ olarak (muhtemel ve gerçek yerler takımı), kişiler dizisinin Öklid’çi olması gerekmez. Zamansal yerleşimler sistemi, insan hayatının zamansal yönü keza değişmeye tabiidir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayırım psikolojik zaman üzerine tam oturmaz çünkü kısmen bu sosyal ve psikolojik geçmiş sabit değildir. Sosyal gelecek sosyal geçmişi etkileyebilmektedir. Edimlerin sırası sosyal zamanın anlarıdır. Konuşma edimleri kişilere ve kurumlara ve konuşmaların akışına yerleştirilebilir. Kişiler, kurumlar ve konuşmalar hepsinin doğal sistemi birbiriyle ilişkilidir: kişiler ve kurumlar mekȃnda ve zamanda evrilen maddesel varlıklar olarak bulunmaktadır. Konuşmaların da materyal bir özü vardır ama kaydedilmedikçe konuşmalar ancak zamanda akıp giden bir varlığa sahiptir, konuşmaların mekânsal bir korelasyonu yoktur.
Bu kişiler/konuşmalar ontolojik sistem metaforu, alternatif bir sosyal ve psikolojik fenomen epistemolojisi halinde daha da geliştirilebilir. İnsanoğlunun epistemolojik ihtimallerinden başlamak üzere sosyal ve psikolojik dünyanın doğrudan sadece konuşma vasıtasıyla yaşantılanabileceği açıktır. ‘Sosyal’ ve ‘psikolojik’ olana böyle bakılamaz. Ancak haklarında konuşulabilir ve bu konuşma içinde sosyal olan inşa edilir. Tabii ki sosyal fenomenle ilişkilendirilen materyal özler görülebilir: bir üniversitenin binalarını görebiliriz ama üniversiteyi bir konuşmaya dâhil etmedikçe  bu binaları işleyen bir sosyal varlık gibi ‘görmemiz’ asla mümkün değildir. Gözyaşlarını görebiliriz ama anlatılan bir bilgi olmaksızın kişinin neden yas tuttuğunu anlamamız mümkün değildir. Bir kale görebiliriz ama bu kale içinde Ortaçağdan geriye kimse kalmadığı gibi ortaçağ sosyal örgütlenmesini asla yaşayamayız. Birincil sosyal gerçekliği, sosyal olarak anlamlı bir çevrede birbiri ile konuşan insanların tarih boyunca ve türün genelindeki bir ağ olarak düşünebiliriz. Bu sonuncusunun anlamı, materyal nesnelerin sosyal bir anlamı olabileceğidir. Bu da bir konuşma sayılabilir ancak: biri meseleye göre hareket edip materyal öz vasıtasıyla bir mesaj aktarmıştır. 
Analitik görüş açısından bu birincil sosyal gerçeklik iki özel epistemolojik alana ayrılabilir: gerçek yaşantının 1.Sosyal Alanı ve muhtemel yaşantıların 2.Sosyal Alanı. Daha öncede belirtildiği üzere, teknolojik ilerlemenin yeni bilimsel aletlerin gelişmesiyle sonuçlandığı 1. Alan ile 2.Alan arasındaki sınırların değişmesine izin veren benzer bir ayırım doğal dünya için de vardır. Sosyal dünya için manzara biraz farklıdır. 1. Sosyal Alanı en iyi, insanların gündelik konuşmalarında bu konuşmalara dâhil olan materyal özlerle (insanlar, binalar, trafik işaretleri, vbg.) birlikte doğrudan yaşantılanan olarak düşünmek mümkündür.  
Eğer sosyal dünyanın temel hususlarını, ortak etkileşimde konuşanların konuşma edimlerinin meydana getirdiği hususunda hemfikir isek; yaşantılanabilir sosyal Umwelt’i ya da 1.Sosyal Alanı, gündelik hayatta söylemsel fenomenlerin kuran olarak tarif edebiliriz. Bu konuşmaların bir kısmı tarafımızdan doğrudan yaşantılanabilir : katıldığımız konuşmalar (edilgen bir katılım da olsa). Dolayısıyla 2.Sosyal Alana, 1.Sosyal Alanın yeniden inşa edilmişi olarak bakmak mümkündür. Bu suretle birincil sosyal gerçeklik 1. ve 2. Sosyal Alanlardan kurulmuştur. Doğal gerçeklikten farklı olarak 1. ve 2. Alanlar arasında sınırlardaki kayışları açıklayan teknolojik ilerleme değildir. İnsanların genişleyen sosyal Umwelt’i, 1.Sosyal Alanın her şeyidir yani konuşmadaki bir katılımcı tarafından gerçekten yaşantılanır ve ilerideki herhangi bir konuşmada tekrar başlar. Bunun gibi 2.Sosyal Alan da kişinin genişleyen sosyal Umwelt’i, katıldığı ya da katılmadığı ama bir başka konuşmada hakkında birşeyler söylediği tüm konuşmaları kuran sosyal Umwelt’i olarak resmedilebilir.
Konuşmalar vasıtasıyla insanlar böylece kendilerini kişi olarak kurarlar (Harré, 1983). İnsanlar konuşmalar sayesinde aynı zamanda uygulamalar, kurumlar ve organizasyonlar kurar. Bu uygulamaları, kurumları,  organizasyonları ve toplumları aynı zamanda ikincil bir yapı olarak resmetmek isterim: bu ‘şeyler’ sosyal dünyanın bir parçasıdır ve hepsinin dahilî ve tarihî karmaşıklığı vardır. Ne kişilerin içsel karmaşıklığı ne de uygulamaların, kurumların, organizasyonların ya da toplumların 1.Sosyal Alanın parçası oldukları söylenebilir: hepsi her bir muhtemel doğrudan yaşantının ötesindedir. Sadece 1.Doğal Alanın alt katmanı algılanabilir: insan bedenine kişinin cismaniliği olarak, binaya da sözgelimi Dış İşleri Bakanlığı ya da Devlet Dairesinin cismaniliği olarak bakılabilir. Bu sebeple bu ikincil yapıyla ilgili yaşantılayabileceklerimiz ya bunun materyal alt katmanıdır ya da bu ikincil yapıyla bağlantılı 1.Sosyal alan ya da 2.Sosyal Alan konuşmalarıdır. Sözgelimi Oxford Üniversitesinden ‘insanlarla’ konuşabiliriz, Oxford’a lisans öğrencisi olarak kaydolabiliriz, Üniversiteye ait olduğu söylenen bazı binalar görebiliriz ama Oxford Üniversitesini, Oxford Üniversitesi gibi yaşantılayamayız. Bu görüşte kişilerin bile kendilerini 1.Alan konuşmaların dışında, her ne kadar mahrem kılınan konuşmalar dahi olsalar, bu konuşmaların dışında başka yollardan yaşantılayamıyacağına dikkat edin. Kendi kendine konuşmasıyla insan, Birinci Kişi konumu (“Ben”) ve yansıma nesnesi olarak Birinci Kişi konumu alan bir İkinci Kişi (“Bana”) konumu alır dolayısıyla Ben ile Bana arasında içsel bir konuşma kurar. Bu kendi kendine konuşma biçimleri benliğin önemli bir cephesidir (Van Langenhove ve Harré, 1993). İçselleştirilen 1.Sosyal Alan, diğer kişiler için ancak 2.Sosyal Alan fenomeni olarak dışarı vurulduğunda erişilebilir alandır. 
Bu yukarıdaki, sosyal ve psikolojik fenomenleri incelemenin alternatif ontolojik temeline dair resme, psikolojideki ‘eski’ ve ‘yeni’ paradigmalar arasındaki farkı düzenlemeye yardımcı metafor olarak bakmak gerekir. Bunların hepsinin insanları, az çok davranışları değişkenler halinde ayrılabilen mekanik malumat prosesleme cihazları olarak resmeden psikoloji üzerinde geniş etkileri vardır (deneylerle ilişkili mekanistik insan modelinin açık bir yorumu için bkz. Harré ve Secord, 1972). Ayrıca insanlarla uğraşan psikoloji üzerinde etkileri vardır: insanlara deneylerde tekil birey muamelesi yapılmaz, karşılıklı değiştirilebilir ‘denek’ muamelesi yapılır. Deneylerde bireysel gözlemlere yer yoktur (bkz. Smith, Harré ve Langenhove, bu ciltte 5. Bölüm).  Özetle deneysel psikolojiyle ilgili problem Danziger’in işaret ettiği gibi (1990, s/8), deneylerin prensipte doğa bilimlerindeki deneylerden farkı yok gibi görünmesidir. Bu insanoğluna sanki doğal nesnelermiş gibi muamele etmek demektir. Açıktır ki doğal bilimler (doğa nesneleriyle uğraşırlar) nedensel bilimlerdir, ama bunun sosyal bilimleri ne ilgilendirdiği açık değildir. Nedensel mekanizmalarla insanların hareket tarzları arasında çok büyük fark vardır. ‘İnsanoğlu kendi hareketleri üzerine düşünebilir, bazı planların ya da projelerin dert çıkartacağına karar verebilir ve kendilerini kurtarmaya girişebilir” (Harré ve ark. 1985 s/9).
Fiziksel varlıklarla insanoğlu arasındaki en büyük fark, insan davranışının insanın kendisi için bir anlamı olmasıdır bu anlam esas olarak kasıtlıdır. Sözgelimi, bir yanardağ patladığında bunun yanardağın kendisinin patlama ‘niyeti’ ile ȃlakası yoktur, bir dizi sebepler zinciriyle alakası vardır: su yeryüzündeki çatlaklardan aşağıya sıcak bölgeye süzülür ve buhara dönüşür; basınç oluşur ve patlamayla açığa çıkar. Yanardağın olayların bu nedensel zinciri hakkında hiçbir fikri yoktur. Psikolojik deneylerde insanlara yanardağ gibi muamele edilir psikologlar davranışlarının sebeplerini arar ve onlar için bu hareketlerin bir anlamı ve de sebebi olabileceğini büyük ölçüde göz ardı ederler. Ama bugünün deney kavramlaştırmalarına bir dizi farklı noktadan meydan okumak mümkündür. Birincisi bugünün deneysel/psikometrik yaklaşımının, her ne kadar mirasçısıymış gibi de yapsa, Wundt’çu yaklaşımın mirasçısı olmadığı üzerine tarihsel tartışmalar vardır. İkinci olarak başka deney kullanımları mümkündür, nicelikselliğin yığma veri kullanmaya işaret etmesine gerek yoktur (bkz.Lamiell, 1995). Benim kanaatime göre eğer psikoloji insanlara doğa nesnelerinden ziyade kişi olarak resmedecek ve de muamele edecek ise o zaman konuşma edimleri sosyal psikolojik dünyanın özü olarak alınmalıdır. Bu hermenötik modeli, doğa bilimleri modelinin yanlış bilimciliğinden çok daha iyi bir psikoloji modeli yapacaktır.


Kaynakça

Cronbach, L. J. (1957) ‘The two disciplines of scientific psychology’, American Psychologist, 12:            671-84.
Danziger, K. (1990) Constructing the Subject: Historical Origins of Psychological Research.                   Cambridge: Cambridge University Press. 
Danziger, K. (1994) ‘Does the history of psychology have a future?’, Theory & Psychology, 44: 467-      84.
Gusdorf, G (1988) Les Origines de l’hermeneutique. Paris: Ĕditions Payot.
Harrĕ, R. (1983) Personal Being: a Theory for Individual Psychology. Oxford: Basil Blackwell.
Harrĕ, R. (1986) Varieties of Realism. Oxford: Basil Blackwell.
Harrĕ, R. (1990) ‘Exploring the human Umwelt’, in R. Bhaskar (ed.), Harrĕ and His Critics.  Oxford:       Basil Blackwell.
Harrĕ, R. and Secord, P. F. (1972) The Explanation of Social Behaviour. Oxford: Basil Blackwell.
Harrĕ, R., Clarke, D. And De Carlo, N. (1985) Motivesand Mechanisms: an Introduction to the                  Psychology of Action. London: Methuen.
James, W. (1893) Psychology. New York: Holt.
Kant, I. (1974) Anthropology from a Pragmatic Point of View. The Hague: Martinus Nijhoff.                      (Originally published in 1798.)
Lamiell, J.T. (1995)’Rethinking the role of quantative methods in psychology’ in J.A. Smith, R.               Harrĕ and L. Van Langenhove (eds), Rethinking Methods in Psychology. London: Sage.
Manicas, P.T. (1987) A History and Philosophy of the Social Sciences. Oxford: Basil Blackwell.
Morawski, J. (1988) The Rise of Experimentation in American Psychology. New Haven, CT: Yale              University Press.
Smith, J.A., Harrĕ, R and Van Langenhove, L. (eds) (1995) Rethinking Methods in Psychology.                   London: Sage.
Van Langenhove, L. and Harrĕ, R. (1993) ‘Positioning and autobiography’ in N. Coupland and J.N.           Nussbaum (eds), Discourse and Lifespan Identity. Newbury Park, CA: Sage.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.