7 Eylül 2014 Pazar

REALİZM, RÖLATİVİZM, SOSYAL İNŞACILIK 
VE SÖYLEM: GENEL BİR BAKIŞ
Vivien Burr



Burr,V. (1998) “Overview:Realism, Relativism,Social Constructionism and Discourse” I.Parker(ed.) Social Constructionism, Discourse and Realism. Pp:13-26. Sage Publication: London.


Çeviri: Sibel A. Arkonaç


Bu kitaba yapılan katkıların esas teması olan realizm/rölativizm tartışması, metodolojik ve ahlaki sorular etrafında dönmektedir. Bu sorular sosyal bilimler hakkında, insanların ve sosyal hayatın sosyal inşasına katkıları, sosyal bilim soruşturmalarının odak noktasının ne olması gerektiği ve sosyal bilimlerin insan türüne yararı olabilir mi olursa nasıl olur hakkındadır. 
Bu bölümde sosyal inşacı ya da eleştirel yaklaşımı edinmiş kimseler için problem statüsü kazandığını düşündüğüm bir dizi meseleyi çekip aldıktan sonra diğer bazı katkıda bulunanların bu problemlere göre durduklarına inandığım yerlerde kendimce bazı eleştirel yorumlar öne sürerek tartıştım. Farklı yazarların çok çeşitli amaç ve vurguları göz önünde tutulursa bu bir ölçüde, oldukça yapay bir düzenleme stratejisi oldu umarım burada onlardan herhangi birine incitici bir davranışta bulunmamışımdır. 
…1980’lerin sonlarına doğru sosyal inşacı fikirler hakkında ilk defa okumaya başladığımda özcü karşıtı olan özgürleştirme vaadi, diğerlerine geldiğine inandığım gibi bana da cazip geldi. Kişisel inşa psikolojisi (personal construct theory) arkaplanından gelmekteydim ve aslen anahtar kavramı olan inşa edici alternatifçilik, olayların potansiyelde sonsuz sayıda alternatif inşalarının var olduğu fikri bana çekici gelmişti. Dolayısıyla odak noktası, nesnel bir realizm yerine dünyalarımızın kuşatıldığı farklı anlamlar üzerinedir. Bu kural bir kere kabul edildiğinde özgürleştirici mesaj daha açık hale gelir: kendimizi ve diğerlerini nesnel açıklamalar değil de inşalar olarak alırsak ve bu inşaları yapanlar da insanlar ise kendimizi bizim için çok daha kolaylaştırıcı olabilecek yollardan yeniden inşa etmek(en azından prensipte) mümkündür ve sosyal inşacılık bana aynı temel mesajı daha geniş bir sosyal ölçekte sunar gibidir. Bunun kendimizi incelemekte sınırsız tercihlerimiz olduğu anlamına gelmesi gerekmez ayrıca baskıcı ve de sınırlayıcı inşalarımızdan, insanlar hakkında nasıl düşündüğümüz hakkında sadece “zihniyetimizi değiştirerek” vazgeçmeye karar verebileceğimiz anlamına da gelmez. Ama yine de sadece insanların kendilerini yeniden yorumlayan yönlerini değil ayrıca cinsel kimlik rolleri, cinsellik, ırk, engellilik, hastalık gibi tüm sosyal kategorileri yeniden düşünmek mümkün hale gelmektedir.
Buna ek olarak sosyal inşacılık psikolojinin kendisinin eleştirel okumasını önermekteydi. Psikoloji disiplini geçmişindeki apolitik olma iddiasının sıkıntısını yaşamaktaydı. Bu iddianın kendisi tartışıldığı üzere oldukça politiktir çünkü sorgulanabilir sosyal uygulamaları değer yüksüz sosyal ya da psikolojik “olgulardan” türemiş gibi sunarak meşrulaştırmaya hizmet eder. Sosyal inşacılık radikal bir şekilde “nesnel olgu” fikrini ve aynı zamanda tarafgir, değerlerle hareket eden, gizil şekilde yetkilendirilmiş menfaatlerle güdülen şeklinde tanımlanan psikoloji disiplinini ve uygulamasını sorguladı.
Bununla birlikte bir süre sonra tıpkı diğerleri gibi ben de sosyal inşacılıkta hayal kırıklığı yaşamaya başladım, biraz hüsrana uğradım. Genelde sosyal inşacılık başlığı altında benimsetilen bu aşırı rölativist görüşler en azından iki sebepten dolayı sosyal ve kişisel bir felce doğru gidiyor gibiydi. Birincisi, her nasıl tasavvur edilirse edilsin bir ilişki barındıran herhangi bir gerçeklik kavramından vazgeçmek zorundaysak, sersemletici bir alternatif gerçeklikler (her birinin eşit ölçüde geçerli olduğu tartışılabilir) cetveli haline gelen çoklu görüş açılarıyla, inşalarımızla, baş başa bırakılmaktayız. Nihai bir hakikat fikrini terk etmek başta özgürleştirici bir hareket gibi gelse de alternatif görüş açıları arasından kişinin nasıl karar vereceği sorusunu da beraberinde getirmektedir. Kendimizde ya da başkasında değişiklikleri savunmak isterken dayanacağı her zamanki temel yerinden edilmektedir. Sözgelimi belli grupların baskı altında olduklarını eğer bu “gruplar” ve “baskı altında olmaları” hakikat iddiasından daha büyük başka bir hakikat iddiası olamaz inşalar ise nasıl söyleyebiliriz? Bazı grupların sosyal olarak “sesinin” duyulması gerektiğini diğerlerinse gerekmediğini nasıl iddia edebiliriz. Eğer endişemiz marjinal gruplara daha fazla sosyal alan sağlamak ise bu sözgelimi Ulusal Cephe’yi (National Front) kapsamakta mıdır? Kapsamıyorsa neden kapsamamaktadır? Ve bu tercihlerin hakemliği yapacak konumda olan kimdir?
İkincisi “fail” kavramı aynı şekilde parmaklarımız arasından kayıp gitmektedir. “Faillik”, batılı bireyin sosyal inşasının bir parçası olarak başlı başına bir konuşma tarzı ve “benlik” ile ilişkisi söylemin bir neticesi haline gelen bir dil oyunu haline dönüşmüştür. Ayağımızın altındaki halı bir kere daha kişilerin kendilerini ve dünyalarını yeniden inşa etme iddiasıyla çekilmektedir. Eğer “seçen insan” kavramına bir parça yer verecek şekilde insanı teorikleştirme teşebbüslerinin hepsini bir kenara bırakacaksak bir diğerimizi ikna etme teşebbüslerimizdeki amacın ne olabileceğini anlamak zordur.
Sosyal inşacılıkta şimdiki realizm/rölativizm tartışmasını fitilleyen meseleler bana göre şunlardır. Birincisi, bir hakikat ya da gerçeklik kavramı olmaksızın bir dünya görüşünü diğerine karşı savunmayı, bir sosyal hayat düzenini diğerine karşı savunmayı nasıl meşrulaştırabiliriz? Akademisyenler olarak rölativist bir duruş alırsak ahlaki rölativizmden nasıl sakınabiliriz? Bu meşrulaştırmaları yapmak için realist bir duruş edinmek zorunda mıyız? İkinci olarak eğer cevap, teorileştirmemizin içine sosyal psikolojik fenomeni alttan destekleyen bir gerçeklik kavramını tekrar inşa etmemiz gerektiği ise bu ne türden bir gerçekliktir? Ne türden şeylere “gerçek” statüsünü vermek istiyoruz ve bu ne anlama gelmektedir? Üçüncü olarak dil ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi nasıl düşünmemiz gerekir? Metnin dışında bir “gerçek” var mıdır? Yoksa olabilecek herşey dil ve söylem midir? Bu sosyal dünyayı anlama ve değiştirme teşebbüslerimizde söyleme ne derece önem vermeliyiz? Dördüncü olarak hepsindeki benlik ve failliği nasıl anlamamız gerekir? Eğer amacımız değişim ise yeniden inşaya yönelik sosyal ya da kişisel niyet ve çabalarımızın nihayetinde bir fark yaratıp yaratmayacağı bir fikrimizin olması şarttır. Sosyal öncesi, özgür-düşünen bireye dair eski hümanistik kavramların kucağına tekrar düşmeksizin değişimin faili ve de yönetmeni olan kişiyi nasıl tasarlayabiliriz?

Ahlaki Rölativizm ve Eyleme Geçiş
Edwards, Ashmore ve Potter (1995) bazı zaman “naif realist” diye tanımlanan şeyin sosyal bilimlerde “ottan adam” hariç artık var olmadığını öne sürerler. Bunun yerine elimizde, sosyal inşacılığın ve rölativist fikirlerin yer aldığı bir kabul hattı vardır bu hat üzerinde insanlar alacakları  mesafelere göre değişmektedir. İnşacılık vagonundan nerede inmek gerektiğinin kararı, eşitsizlik ya da baskı gibi önemli sosyal fenomenler üzerindeki eleştirel üstünlüğümüzü kaybetme korkusuyla, rölativizmin kayıpları haline gelmek ve sadece bir başka hikaye haline dönmekle, bu sosyal metni açıklamanın sadece bir başka şekli haline gelmekle tehdit eden korkuyla harekete geçiriliyor gibidir. 
Willig bu korkuyu anlatır. Hem sosyal inşacı akademisyen hem de devrimci sosyalist olarak sırasıyla rölativist ve de realist epistemolojiye gerek olduğu görünen kendi problemli konumunu açıklamakla işe başlar. Bununla birlikte hem rölativistlerin hem de eleştirel realistlerin bilginin tarihsel ve kültürel olarak kuruluşunu onayladıkları için tartışmalarımızın, bilginin nesnel ve de vasıtasız olup olmayacağı üzerine olmaması gerektiğini tersine bu epistemolojik rölativizmle nasıl başa çıkıp cevap vermeye başlayacağımız olması gerektiğini öne sürer.
Yapısökümü ve söylem analizinin gücünün “şeylerin farklı olabileceğini” göstermesinde yattığına işaret eder. Ama söylem analistlerinin genelde bu noktada durup alternatif inşaları şeyleştirmekten korkup eylemi başkalarının yapmasına bırakıp “gözlemci ve yorumcu” kaldıklarını öne sürer. İdeolojik olarak işleyen söylemi konuşabilmekle birlikte, bireyleri ve grupları inşa eden konuşmanın belirli etkilerinin farkında olmakla birlikte söylem analistleri sosyal değişim önerileri açısından bunu takip etmekten sakınır gibidirler.
Bundan başka Willig eylemsiz olamayacağımızı çünkü şeylerin sürekli hareket halinde olduklarını ve eylemsizliğin eylemin bir parçası olduğunu savunur. Biz ancak söylemde bize önerilen konumlara direnebilir ya da kabul edebilir, lehinde ya da aleyhinde tartışabiliriz ama çekimser olamayız. Eğer çekimser olursak sonunda mevcut durumu meşrulaştırır, rölativizmin muhafazakarlığa yol açan tartışmalarını besleriz.
Willig’in yaklaşımı, meseleyi epistemolojik rölativizm ve realizmin statüsü üzerinden tartışmaktan uzaklaştırıp bu rölativizm ve ontolojik istikrarsızlıkla nasıl başa çıkacağımıza kaydırarak yeniden şekillendirmeye yardımcı olmaktadır. Willig gerçekçiliğin bize henüz muhtemel bir sosyal değişme vizyonu sağlamadığını rölativizmin ise en azından bize bu ihtimali verdiğini hatırlatır-prensipte istediğimiz bir sosyal hayat tarzını inşa edebiliriz. Bu açıdan Willig’in görüşü Potter’ınkine benzer görünmektedir, Potter da rölativizmin kendi kapasitesi içinde, gerçeklik iddiasına karşı bir direnme vasıtası sağlayacak politik ve ahlaki bir güce sahip olduğuna işaret eder. Potter’a göre akademik ve politik meseleler çatışıyor değildir. Rölativizmi tüm hakikat iddialarına meydan okumanın, sosyal bilimlerin hep yapmaya çalıştığı gerçekliği tespit edip bir defa ve son defa tarif eden herhangi bir harekete karşı direnmenin yegâne yolunu açan bir tür ‘konumsuz’ radikal bir şüphecilik olarak nitelendirir. Ama Willig tüm diğer hakikat iddialarını “veto” etme gücünün yeterli olmadığını öne sürer. Eğer eylemimizi, kötü ya da daha da kötüye dönebilecek alternatif inşaları şeyleştirme korkusuyla var olan söylemlerin yapı sökümüyle sınırlarsak Willig’e göre baskın inşalarımızı tartışmadan oldukları gibi bırakabiliriz. Söylem analistlerinin, yapı sökümü yapılacak nesneler ve de yerine konulacaklar hakkında kendilerini bilgilendirecek politikaya dayanmaları gerekir.
Ama konumumuzun meşruluğunu hangi zeminde tartışıyoruz? Sahnenin arkasında iddialarımıza arka çıkacak hakikatin bilinen ve rahatlatıcı varlığı olmaksızın ahlaki seçimlerimizi meşrulaştıracak başka kriterler bulmamız gerekmektedir. Belirli insanların yaşam şartlarını düzeltmesine yol açan bir konumun meşru olduğunu öne süreceksek yaşam şartlarının düzeltilmesinden ne anlayacağız, anlayışlarımızın diğerlerinin anlayışlarıyla aynı olacağına ikna olabilir miyiz? Yapı sökümünün beraberinde getirdiği “farklılığın” övülmesi, çıkarlarına yardım etmek isteyebileceğimiz kişi gruplarını ve kategorilerini problemleştirmede bizi güç bir konuma sokmaktadır, dolayısıyla artık kendimize “kadınlar”, “siyahlar” ya da “geyler” hakkında konuşma izni veremiyoruz, çoğulculuk zemini de ortadan kaybolmaya başladı.  
Merttens ilgili bir ikilem anlatmaktadır. Potansiyelde baskıcı uygulamaları ortaya çıkarmak için bir kere sosyal inşacı çerçevemizi kullanırsak, yerine olayların hangi versiyonunu koymak için seçeceğiz, bu açıklamayı diğerinden üste tutmayı nasıl meşrulaştıracağız?  Merttens, insanoğlu yararına sosyal inşacı fikirleri uygulamaya sokmaya çalışanların yaşadıkları zorlukları gösterir. Sosyal inşacılık bizi hareket şeklini nasıl seçmemiz gerektiği, hangi “söylemleri” desteklememiz gerektiği, hangi marjinal sesleri duyurmamız gerektiği hakkında pek yol göstermez onun için bu sinir bozucu bir acizliğe yol açabilir. Bu durumda bu kararları neye dayanarak alacağız? Ve nasıl savunacağız? Merttens ne gibi bir teorik temelden tavsiyede bulunduğumuzu sorar. Belki de tüm yapabileceğimiz, ihtiyacı olduğu görülen insanlar için özgürlükleri, tercihleri ve hayat kalitesini artıracak ihtimalleri ortaya çıkardığı görülen uygulamaları ya da görüş açılarını edinmek olacaktır. Tarihsel ve kültürel olarak konumlanmış değer sistemlerimizin asla dışına çıkamayacağımızdan bu yargıları, kaçınılmaz görececiliğine rağmen belki de bu sistemler içinde yapmalı (ancak burada yapılabilir) ve savunmalıdır. “Okuma güçlüğü” olan bir çocuğa göre belki yapılabilecek tek şey, bu ortama dair alternatif inşaların çocuk için çok daha kolaylaştırıcı olabilecek uygulamalar mı ortaya çıkartacağını yoksa konumlarında “direnebilecekleri” zorlukların alternatif inşalarını mı sağladığını sormaktır.
Bazı klinik uygulamacılar, akıl sağlığı ve patolojisine dair yaygın inşaların danışanlarının patolojik bireyler olarak inşa edildikleri sosyal etkileşimler ortaya çıkartma tarzını incelemişlerdir. Harper (1995) kendi klinik görüşmelerinden birinin danışanını “paranoyak” olarak nasıl kurguladığını anlatmakta ve uygulamacıların, danışanlarına yaşantılarının kendilerine yardımcı olmayan konumlara sokması gerekmeyen alternatif inşalar sağlamayı amaçlamasını önerir. Sözgelimi Hearing Voices Network (bkz.Parker ve ark.1995;Romme ve Escher,1993) insanların yaşantılarını “kurban” ya da “acı çekenler” olarak nitelendirmeyecek şekilde yeniden çözümlemelerinde yardımcı olmayı amaç edinmiştir.
Bu bağlamda Merttens çocuklarla olan çalışmasını kullanarak, hikâyelerin gücünün insanların alternatif değerlerle ve hikayeleştirilmiş senaryolara hayali şekilde kendini yerleştiren hayat tarzlarıyla bir diyaloğa girmelerine izin verdiklerini vurgular. Farklı hikâyeleştirmeleri yaşantılayarak, kim olduğumuza dair farklı hikayeler anlatarak, kendimizi kendi şartlarımızla çok daha etkin şekilde başa çıkmak üzere güçlendirecek bir hikaye ararız (Burr ve Butt yayında).
Bununla birlikte bazı sosyal inşacılar için burada yine farklılık meselesi ortaya çıkmaktadır. Sosyal inşacı açıklamaların gücü kısmen, kategorileri ve sınıflamaları yapı sökümüne uğratmaları ve yaşantının ve öznelliğin çeşitliliği, eksikliği ve yöreselliğini teşhis etmemiz için bizi zorlamasıdır. Dolayısıyla sözgelimi feministlerin “kadınlar” adına konuştuklarına inandıkları vakit aslında siyah kadının, işçi kadının ya da engelli kadının çok farklı yaşantısını susturduğu ve geçersiz kıldığı tartışılabilir. Bu “alt kategoriler” de hayati farklılıkları maskelemektedir.
Ama bu görüşe mantıklı sonuçlarıyla baktığımızda, işitilmesi gereken marjinal seslere mekan sağlama sürecinde üzerinde ilerlenecek kollektif bir temeli kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Sosyal inşacılık, insanlıktaki çeşitliliğin ve farklılığın bilincinde olmamızı sağlar. “Onlar” adına (“onlar” her kimseler ise) meşru bir şekilde konuşabileceği”mizi” (“biz” her kimsek) varsaymaya karşı bizi haklı olarak uyarır. Farklı olanı ve çeşitliliği tanıma genelde olumlu birşeydir çünkü sağduyu söylemi bizi, sözgelimi “erkekler”, “lezbiyenler, “ya da “sağırlar” hakkında konuşmaya yönlendirdiğinde insanların çıkarlarına olmayabilecek ve belki de direnmek isteyebilecekleri kollektif kimliklerini yürütmelerine karışıyor olabileceğimizi haklı olarak hatırlatır. Yine de eğer kollektif çıkarları tanımlama ihtimalini inkâr edecek kadar farklı olan üzerinde ve çeşitlilik üzerinde ısrar edersek yine kendimizi hareketsiz hale sokarız. Farklılığı ve çeşitliliği duyurma arzusuyla kollektifliği inkâr eden aşırı görüş potansiyel olarak tehlikelidir çünkü kollektif eylem kapasitemizi tehdit etmektedir. Foucault (Gordon, 1980) “söylemleri özetleyerek bir araya toplamanın” tehlikesi üzerinde ısrarcıydı ama aynı zamanda eyleme dair olumlu tavsiyeler önermeyi reddetmesinden dolayı da çok eleştirilmişti (Habermas, 1986; Sedgwick, 1982). Bu sebeple “baskı” ve dezavantaj” meselelerini gerçekten çok karmaşık meseleler haline sokan, işlemekte olan çoklu güç ilişkilerini gözardı etmeyen, çok ince ve hassas bir çizgi üzerinde yürümemiz gerekmektedir. 
Görüşü açıkça realist olan Collier netice olarak bu soruları sıkıntı verici görmemektedir. Collier için hem dili hem yaşantıyı önceleyen materyal bir gerçeklik vardır. Dil ne gerçekliği ne de öznel yaşantıyı kurar.  Dilin inşa edici eğilimlerini kabul etmekle birlikte sonunda hem dili hem de yaşantıyı gerçekliğin doğasına bağlı görür. Dünya ile pratikteki bağımızda biz bu dünyanın doğasına karşı yetiştirilmekte, üstleneceği ve üstlenmeyeceği inşaları tanımaya zorlanmaktayız. Collier’in siyasi ve ahlaki endişeleri bu sebeple kişinin inançlarını ve nihai siyasi eylemini temellendireceği olguları ya da sosyal hakikatleri keşfetme etrafında döner ve uygulamalarımızın delili geçersizleştirmeye “kapalı” olmadığını garantileme etrafında döner. Bu görüş içinde Merttens’in, uzman söylemlerinin sürdürdüğü haksızlıklarından kaçınmadaki zorlukları ortadan kaybolur çünkü karşılaştığı öğrenme zorlukları, dil tarafından kurulan değil dil tarafından tarif edilen olarak görülecektir. Collier için dolayısıyla akademik ve siyasi meseleler arasında yine bir çatışma yoktur çünkü siyasi tercihler, (idealde)akademik çalışmalarımızla gözler önüne serilen gerçekliği anlayışımızdan çıkar.

Gerçek Nedir?
Yukarıda ana hatları verilen düşünce farklılıklarına karşın, sosyal fenomenin “arkasında”  (prensipte bilinebilir) bir gerçekliğin var olması gibi açık bir şekilde rölativist konum edinenlerin de hiçbir şekilde “gerçek” kavramını sürdürmedikleri bir durumun olması gerekmemektedir.
Collier için onu yaşantılamamızdan önce var olan gerçek bir dünya ve onu anlatan bir dil vardır. Gerçeklik, onunla farklı biçimlerdeki yükümlülüklerimizle ama sadece dil vasıtasıyla bize “verilidir”. Dünyadaki pratik uğraşlarımız içinde yapmaya muktedir olduğumuz şeyleri belirlediği sınırlı oluş yaşantılarımızla gerçekliği bilir hale geliyoruz; pratikte, gerçek gelir “yüzünüze çarpar”. Collier bu sebeple sürekli bize gerçekliğin doğasını ortaya seren uygulamaya (bize anlatmaya çalıştığı şeyi her zaman duymadığımız halde) odaklanmamızı önerir. Collier söylem dışında duran dünyaya bir katılım biçimi olarak uygulamaya ilgisini ondan sonra gösterir.   
Brown ve Pujol, Beryl Curt ile birlikte neyi gerçek saymamız gerektiğine göre bir duruş takınmakta ve genel olarak yine rölativist bir konum edinmektedirler. Realist görüşler, sosyal dünyadan önce var olan ya da arkasında var olan ve tezahürleri olan gerçek yapılar görme eğilimindedir. Bu realite rastlantısal değildir insanın onu yaşantılamak ya da bilmek çabasından bağımsız var olandır. Brown ve Pujol, Curt ile birlikte bu modeli ters yüz ederler. Gerçek olan tezahür edendir. Öznellik, bilinç ve yaşantı bu gerçekliği kurar ve onların ardına ya da öncesine uzanan bir yapının ürünleridirler. Ama rastlantısal olan bu yapı dildir. Tarihsel ve kültürel olarak yöreseldir ve insan uygulamalarına bağımlıdır. Collier’in aksine öyleyse Brown ve Pujol, Curt ile birlikte dili sosyal gerçekliğin öncesinde görmektedirler. Bunun ötesinde Brown, Pujol ve Curt’in söylem ve maddiyat görüşleri, söylem ve maddiyatın aynı sürecin kısımları olduğunu öne sürer- ancak analitik olarak birbirlerinden ayrılabilirler. Dolayısıyla sosyal gerçekliğin altında yatan ve onu ortaya çıkaran parçalarına ayrılamaz söylemlerin, uygulamaların ve yapıların bir “montajıdır”.

Dil ve Gerçeklik
Potter baştan sona tam bir rölativist konumu savunur. Burada, bu dünyaya metinsel ve söylemsel bakılır. Dilin ötesinde var olan bir gerçeklik hakkında konuşma meselesi, siz onun hakkında konuşmaya başlar başlamaz gerçekliğin, olayların bir temsili olarak hemen söylemsel alana girmesidir bunun başka yolu yok gibidir. Muhtemelen eğer söylem ve sosyal inşaların ardında nihai ya da sabit bir gerçeklik olsaydı bile biz bunu tarif edemezdik çünkü bunu yapmak kaçınılmaz surette bir açıklama teklif etmek anlamına gelecek bu da dolayısıyla onu söylemsel bir olaya dönüştürecekti. Dilin bu etkilerinden kaçınamadığımızdan dolayı Potter, dilin ardında yatanın ne olması gerektiği sorularını dışarda bırakıp açıklamaların nasıl inşa edildiği ve ne elde ettikleri üzerine yoğunlaşmamız gerektiğini öne sürer.
Bu rölativist söylem psikolojisi yaklaşımı ahlaken rölatif ve apolitik olduğundan saldırıya uğramıştır. Ardında yatan maddesel bir gerçeklik kavramı olmaksızın bir gidişatın lehinde ya da aleyhinde bir duruş nasıl edinebilirsiniz meselesine yine geri dönüyoruz. Potter, realizm ve rölativizm arasındaki tartışmanın politik uygulamalarımız hakkındaki kararlarımızla ilgili olmadığını, bunun yerine çabalarımızı sosyal ilişkilerin ve de etkileşimlerin akışında gündelik gerçekliğin üstesinden gelmeye odaklamamız gerektiğini iddia eder. Realizm bir başka hikâye haline gelmektedir, dünyada açıklamalar yapmanın, iddialarda bulunmanın bir başka yolu haline gelmektedir. Potter bu sebeple söylemin arkasında bir gerçeklik olup olmadığı sorusunu (prensipte bilip bilemeyeceğimiz) bir ölçüde sallantıda bırakır ve sorunun kendisinin konu dışı olduğunu iddia eder. Belli sosyal ilişkilerin ve de açıklamaların ideolojik işlevlerinin olduğunu görmek için sosyal fenomenin ardında bir realitenin yattığına inanmaya ihtiyacımız olmadığını iddia etmeye devam eder.
Yine de söylem psikologlarının işlerinin odağında açıklamaların bu ideolojik işlevleri ve etkileri yer almadı, belki de bu konumu bilgilendiren teorik çerçevenin eylem ya da değişim tavsiyeleriyle aslında uyuşup uyuşmadığına bakılmaya devam edildi
Collier’ın görüşü Potter’ın görüşleriyle net bir şekilde zıtlaşır. Collier için dil ve yaşantıyı her ikisini de önceleyen maddesel bir gerçeklik vardır. Dilin açıkça bazen icra edici ve inşa edici bir işlevi olmakla birlikte ki Potter’ın odaklandığı yer burasıdır, Collier için dil, aynı zamanda gerçekliğin kendi doğasından bir şekilde türeyen, dünyaya dair açıklamalarımızdır. Ama Collier daha sonra sosyal inşacılıkta dilin garantiye alınmış bu ayrıcalıklı yerini sorgular bu sebeple yaşantı, bilinç ve dil gibi şeylerin sadece bize gerçeklikle ilgili bir şeyler söyledikleri müddetçe anlaşılabileceklerini iddia etmekle kalmaz yanı sıra dilin gerçeklikle, bizim dünyayla başka şekillerdeki uğraşlarımızdan daha mesafeli bir ilişki üstlendiğini öne sürer. Dünya ile pratikteki karşılaşmalarımız dili zamanda önceler, bu sebeple gerçekliğin doğasını anlamada bu karşılaşmalar çok daha güvenilir bir rotadır.
Collier’ın eleştirel gerçekçiliği bu sebeple, Bhaskar’ın sosyal uygulamaların, kavramlar ya da söylemlerle bir ölçüde desteklenseler de her zaman maddesel bir boyutunun olduğu ve tek başına kavramsal ya da söylemsel boyutta tarif edilemeyeceği iddiasını yanına çekmektedir. Bu dünya metin olmaktan çok daha fazlasıdır. Bununla birlikte böyle bir eleştirel realizm çıkarımlarında yapısalcı bir görüşten anlamlı düzeyde farklı mıdır? Eleştirel realizm açısından sosyal gerçekliğin arkasında yatan yapıları tanımlamak için dili ya da söylemi incelememiz gerekmez (öyle yapmayı tercih etsek de), çabamız bu yapıların üstünü açacak yollar bulmak ya da bu yapıları değiştirmek olacaktır. Dil ve söylem sosyal hayat tarzlarının ortaya çıkarılmasında kurucu temel bir rol oynamıyor ise bunlar üzerinde çalışmanın ya da teorilerimizle ilişkiye sokmanın gereği de yoktur.
Brown, Pujol ve Curt için söylem ve maddesel dünya, aynı zamanda ayrılamazdır aynı şeyin farklı tezahürleridirler. Sosyal gerçekliğimizi, öznelliğimizi, bilincimizi ve yaşantımızı kuran bu söylem/materyal “montajıdır”. Üreme teknolojilerini kullanarak söylemlerin (sözgelimi aile hayatı, cinsel rol kimliği vs kuşatan) ve maddiyatın (üreme ve bununla birleştirilen teknolojiler hamilelik testi, ultrason taraması, AID, IVF vs gibi)  “montajı”, gerçek psikolojik süreçler ortaya çıkarmaktadır (sözgelimi bir çocuk arzusu, ebeveyn olmanın anlamı, doğumun ve müdahalenin öznel yaşantısı).
Eğer bu söylem ve maddiyat birliği görüşünü kabul edersek, sosyal gerçekliğe söylemsel uygulamada değişiklikler yoluyla karşı koymak ya da direnmek muhtemel hale gelir. Dil ayrıcalıklı değildir, ne ortaya çıkanın statüsünü ne de sosyal yapının neticelerini yerinden eder.

Faillik ve Değişme
Çoğu sosyal inşacı gibi Brown, Pujol ve Curt de anti hümanist bir tutum takınmakta ve birey ya da insan failliği konusundaki konuşmalara derinden bir şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Bunun sebebi failliğin geleneksel olarak tanımlandığı şekli ile eylemin kaynağını bireyin içine ve genelde şahsa özel kognitif süreçlerin içine yerleştirmeyi kapsaması ve kendi kendine yeten bireyi toplumdan önce gelen konuma yerleştirmesidir. Brown, Pujol ve Curt için eylem bu şekilde meydana gelmez; izi, kişilerin niyetlerine ya da düşüncelerine kadar geriye sürülemez, çoklu kaynaklardan ortaya çıkar. Ama yine de Brown, Pujol ve Curt bir faillik kavramlaştırması önermektedirler  “neticelerinin gerçek olduğu” bir failliği savunmaktadırlar. Sosyal ve söylemsel uygulamaların faillik kavramı etrafında döndüğü bir kültürde sosyal ve psikolojik gerçeklik buna göre inşa edilecektir.
Bu, Harré’nin failliğin Yahudi-Hıristiyan gelenekten etkilenen toplumlarda yaygın olan ve kişisel tercihi vurgulayan dil oyunu olarak düşünülebileceği iddiasına benzemektedir. Bununla birlikte bu iddianın ikna ediciliği, kişilerin kendi hayatlarını ya da diğerlerinin hayatlarını değiştirmek üzere harekete geçme kapasiteleri hakkındaki meseleyi soru işareti ile bırakması gibi görünmektedir. Faillik kavramının yapısökümünde fikirlerin ve eylemlerin “yazarlığı” problemli hale gelmekte, kişisel niyet ya da eylemle değişme arasındaki ilişkiye dair herhangi bir açık kavram verilmemektedir. Bununla birlikte Brown, Pujol ve Curt siyasi eylem ve adaleti kavramlaştırma ihtimalini elde tutmaktadır. Bu ihtimal, belirli eylem ya da sosyal uygulamaların gidişatlarındaki muhtemel neticeler hakkında söyleyebileceklerimizde yatmaktadır.   
Bu aynı zamanda, dikkatimizin niye açıklamaların inşasına ve ne elde ettiklerine odaklanması gerektiğinin sebebi olduğunu söyleyen Potter’ın edindiği konumdur.  Gerçekliğin doğası hakkında tartışmak yerine onu bir konu olarak, etkileşimde insanların yerel olarak çekip çevirdikleri, üstesinden geldikleri bir şey olarak inceleyebileceğimizi iddia eder. Ama bu odaklanma açıklamayı yapan şahıslar üzerine olmamaktadır çok katı bir şekilde açıklamaların kendi içerik ve işlevlerine odaklanılmaktadır. Diğer sosyal inşacılarla aynı çizgide giderek Potter, tutumlar ve motivasyonlar gibi psişe -içi yapıları ve süreçleri reddetmekte açıklamaları, sosyal kaynaklardan, kişilerin kafalarında yer almayan açıklayıcı repertuarlardan (Potter ve Wetherell,1987) inşa edilenler olarak görmeyi tercih etmektedir. Yerçekiminin merkezini bireyden alıp tekrardan kişiler arası alana yerleştirmek memnuniyetle karşılanması gerekirken, herhangi bir biçimde “kişinin” var olmaması kişisel ya da sosyal değişim amacıyla bu gibi analitik işleri nasıl kullanabileceğimiz açık değildir. Temsil ve açıklamaların muhtemel etkilerine, ortaya çıkışlarında ne gibi süreçlerin (psikolojik ve sosyal) dâhil olmuş olabileceğine dair en ufak bir fikrimiz olmaksızın işaret edebilsek bile biz bu anlamayı kullanıma sokamayız. 
Collier ve Willig için tekil fail insan, eyleme sevk eden ahlaki ve siyasi hükümlerde bulunur, bu sebeple insanlar olağan anlamda faildirler. Collier için eyleme yol gösteren dünyanın nasıl döndüğü hakkındaki inançlarımızdır (ve bu inançların dünyanın gerçekten neye bezediği ile tutarlı inançlar olduğunu garantilemek için elimizden geleni yapmalıyız). Willig için sosyal realite söylemsel pratikleri zamanda öncelememekle birlikte, dolayısıyla dünya bunlarla inşa edilmekle birlikte yine de insanların hangi inşaların ve uygulamaların baskıcı oldukları hakkında hüküm vermeye, yapı sökümü ve söylem analizi yoluyla meydan okunması gerektiği hakkında hüküm vermeye muktedir görmektedir. 
Baskıcı ilişkileri bir kere tanımlayabildiğimizde ve de söylemsel uygulamaların içine nasıl sokulduklarını gösterebildiğimizde uygulamalara meydan okunabildiği ya da değiştirilebildiği iddialarına karşın belki de zorlukların başladığı yer de burasıdır. Merttens başlangıç noktası olarak kendine dilin gerçekliğin inşa edicisi olduğunu savunan inşacı görüşü alır ve bunu belli bir alanda çocuğun “öğrenme güçlüğü” alanındaki pratik çıkarımlarına göre takip eder. İnşacı görüşleri kendi pratiğine uygularken karşılaştığı güçlükleri tarif edişi bu meseleyi büyütür. “Öğrenme güçlüğü” kavramına baskıcı eğitim sisteminde işleyen söylemsel uygulamaların bir inşası olarak bakarak yapı sökümüne uğratır. Bundan sonra meselesi, hem çocuğun yaşantısına dair alternatif “okumaları” nasıl meşrulaştıracağı, hem de bunu söylemde halihazırda “uzman” olarak konumlandırılmış biri olarak uygulamaya nasıl sokacağıdır. Merttens, hakikatin ya da teorinin yol göstericiliğinin yokluğunda neye dayanarak meşru bir öneri de bulunabiliriz sorusunu sormaktadır. Hükümlerimiz basitçe kaderin bir eylemi olarak mı gelmelidir? Bu hükümleri kendimize güvenerek versek bile sistemde bizi “uzmanlar” olarak ağ gibi saran güç ilişkilerinden gerçekten kaçabilir miyiz? Merttens bundan şüphelidir çünkü teklif edeceğimiz herhangi bir öneri ya da tavsiye ister istemez “öğrenme güçlüğü problemini” inşa etmiş olan eğitimin uzman söylemi içinde üretilir. Bir başka bağlamda araştırmasında Marks (1993) da tüm “demokratikleştirme” çabalarına karşın olayları okumasının en büyük ağırlığını, kendi “araştırmacı” okumasının taşıdığını bulmuştur.

Son Yorumlar
Realizm ile rölativizm arasındaki ihtilaf verimli bir ihtilaf mıdır? Bir şeyin sosyal olarak inşa edildiğini söylemekle onun gerçek olmadığı anlamına gelmesi şart mıdır? Eylemlerimizi ve de tercihlerimizi savunmak için realist bir görüş açısı edinmemiz gerekir mi?
Bana göre bu kitaba katkıda bulunan diğerlerinin tartışmasından ortaya çıkan en açık nokta değerlerin önemli olduğu ve de ahlaki ve siyasi tercihlerde bulunmanın gerekliliği üzerinde hemfikir olmalarıdır. Realizm ile rölativizm arasındaki tartışma genelde sanki bu tartışma esas olarak ahlaki rölativizm ya da nihilizm hakkındaymış gibi kurgulanmıştır. Ama giderek daha açık hale gelmektedir ki, dünyaya dair rölativist bakış açısı edinmiş olanlar ahlakla “her şeyin gideceğini” önermekte ya da tavsiye etmekte realistlerden aşağı kalmamaktadırlar. Katkıda bulunanlar arasındaki fark daha çok üzerinde ahlaki ve siyasi tercihlerin yapılacağı temel hakkındadır ve bu soru hakkında realistler arasında rölativistlerle aralarında olduğu kadar fikir ayrılığı olabilir. Aynı zamanda katiyetin gerçekçi bir duruşla donatılması, gerçekten tercih ve eylem için rölativistin kıskanabileceği bir temel sağlayabilir, rölativistin radikal şüpheciliği en sonunda, inanıyorum ki kaçınılmazdır.
Ahlaki ve siyasi tercih meselesi bir tarafa, realist ve rölativist konumlar arasındaki tartışmaların merkezinde, realistin keşfedilebilir bir gerçekliğin saptanabileceği iddiası ile rölativistin bunu yapmanın imkânsız olduğu iddiası yer alır. Bu tartışma genelde çıkmaz sokakta son bulur, tartışmalar zorlu görünmektedir. faillik ve yapı, benlik ve toplum, zihin ve madde gibi rölativizm ve realizm üzerine inatçı tartışmalar kesinlikle zorlu tartışmalardır çünkü dünyayı ve içindeki yerimizi seyretmenin kullanışlı yollarıyla bizi donatacak kapasitesi ve kullanışlılığı sınırlı olan ikili inşalardır. Problemlerimizin sebeplerinden biri sanırım “realizm” ve onun zıddı olan terimin en azından üç farklı anlamının olmasıdır yani tartışmalar her zaman aynı faraziyeler üzerinden öncül gösterilmez. Tartışmada kafa karıştırır hale gelen bu üç boyut şunlardır:

Gerçek (hakikat) karşısında sahte
Gerçek (maddiyat) karşısında yanılsama
Gerçek (öz) karşısında inşa

Rölatif bir duruş alma eğilimindeki sosyal inşacı tartışmalar bazen reddedilir çünkü gerçeklik-inşa boyutu (3.boyut)  diğer ikisiyle “eşleşir” dolayısıyla yanılsamayı ve/veya sahte olanı işaretleyen de inşacılık olarak anlaşılır. Bu sebeple ya gerçek olan şeyleri ya da “sadece inşa edilmiş” olan şeyleri konuşma eğilimi vardır. Dolayısıyla inşa edilmiş dünyanın inşa edilmişliği bir şekilde daha az somut daha az güvenilirdir. Bu sahte bir şeydir. Sanırım Potter’ın anlattığı “masalara vurma” ihtilafında olup biten kısmen budur. Burada inşacılık eleştirmenleri dünyanın kendi hayal dünyamızın bir uydurması olduğu ve de maddeselliğinin (2.boyut), ki asla sosyal inşacılığın iddiası olmamıştır, olmadığı fikrine itiraz eder gibidirler. 
Edwards, Ashmore ve Potter (1995) ve Wetherell ve Still (1995) burada bir hata olduğunu açıkça gösterirler, bu problemden çıkmanın yolu sanırım bu üç yanıltıcı zıtlığı aşmaktır bu suretle tek ve aynı zamanda sosyal olarak inşa edilen ve gerçek olan şeyleri konuşabiliriz. Curt ile birlikte Brown ve Pujol’da hoşlandığım konum budur.
İnsanlığın nesnel gerçekliği algılamasının imkânsız olduğunu söyleyen (aklen ancak Tanrı’nın gözünden mümkündür çünkü Tanrı her zaman her yerdedir) fenomenolojik fikir çok güçlü bir fikirdir çünkü bizi, tüm algı ve de bilgilerimizin ister istemez değerlerle doldurulduğu sonucuna götürür. Algımız “niyete yöneliktir” dolayısıyla şeyleri sadece bizim için önemi olan ya da bizim için yapılana göre algılarız. Dünya ve birbirimizle bu şekildeki ilişkimiz düşüncenin niyete yönelik olmasından dolayı şeyleri ve diğerlerini ister istemez dönüştürür. Bu kapsamda nesnel bir gerçekliği hiçbir şekilde temsil etmeyen söylemlerimiz, işaret sistemlerimiz bu niyetin tezahürleridir.
Bu argümanı takip edecek olursak, “bilgi” ve uygulama birbirinden bağımsız var olamaz ve Foucault’nun (1972) ikna edici bir şekilde savunduğu üzere uygulamalar da eylemdeki sosyal yapılardır. Sözgelimi birey gündelik uygulanan bir inşadır, yaşamı ve geçerliliği hukuk sistemimizde verilidir. Neticelerinden çok daha gerçektir çünkü tüm gündelik uygulamalarımızı, kim olduğumuz ve ne yapmamız gerektiğine dair kafa yormalarımızı, çatışmaları, ahlaki ikilemleri, iş tercihlerini düşünmemizi vs. haberdar edendir. Daha önce bir yerlerde tartıştığım üzere (Burr, 1995) sosyal uygulama ve söylem birbirini destekler. Sosyal yapı ile birlikte bir birim oluştururlar ve ancak analitik olarak ayrılabilirler (benim açımdan “söylemsel uygulama” basit bir dil kullanımına dayanmaz, her zaman dilin çerçevelendirdiği, anlamı dil tarafından verilen uygulama şekillerini bildirir). Uygulama, içinde söylemin insanlar üzerinde gerçek etkiler taşıdığı alandır bu sebeple belki de sosyal ve kişisel değişim Collier’ın önerdiği gibi uygulamadaki değişmelerle başlayabilir.
Bu sebeple bana göre kavramlarımız ve de bilgilerimiz sonunda uygulamalardan ve de yapılardan, gündelik hayatın maddesel şartlarından ayrılmamalıdır ( buna ekonomik ve de gücün şartları kadar bedensel şartlar da dâhil olacaktır). Ama realizmin yaptığı gibi epistemolojik/ontolojik bir ikilemi kabul edecek olursak dünyayı, ona dair bilgimizden ve de onun hakkındaki konuşmalarımızdan ayırmış oluruz. Eğer böyle yapacak olursak sosyal problemlerin söylem dünyasından ziyade sosyal yapıların materyal dünyasına yerleşik olduğunu “ortaya çıkarmış” oluruz bu suretle de sosyal yapıya ayrıcalık tanıyan geleneksel “yukarıdan aşağıya” açıklamalara geri dönmüş oluruz. Bunun neticesinde dile, söyleme ve onun inşa edici etkilerine dikkat etmeyi bırakıp sadece sosyal yapı ya da ekonomideki değişiklikler vasıtasıyla maddesel güç ilişkilerinin dönüşümüne bakıyor olabiliriz.
Bu tabii ki meşru bir argümandır eylem ve değişim sonuçlarının nihayetinde inşacı rölativist duruş edinenlerden farklı olmama ihtimali vardır. İnşacılarla ağız dalaşının ahlaki rölativizm olduğu iddiası kanımca gerçekten sürdürülemez. Rölativist konumun dünya hakkında hangi inşayı edinmemiz gerektiğiyle, eylemlerimizde ve değişim önerilerinde hangi tercihleri yapmamız ya da hangi “söylemleri” desteklememizle ilgili hiç yol göstermediği doğru olmakla birlikte sosyal inşacıların, ortaya çıktığı üzere, felsefe ile “birlikte giden herhangi bir şeyi” benimsemedikleri, kendi ahlaki ve politik tercihlerini savunma sözünü en az realistler kadar verdikleriyle itham edilebilecekleri anlaşılmaktadır. Realistlerle rölativistler arasındaki tartışmalar daha ziyade tercihlerimizin yapıldığı esas üzerinedir. Rölativist, herşey gibi değerlerimizin ve inançlarımızın da kültürel ve tarihsel olarak konumlandırıldığını ve de üretildiğini kabul etmelidir. Kültürel ve tarihsel olarak konumlanan değerler sistemimizin dışına asla adım atamayacağımızdan belki de bu gibi yargıları bu sistem içinden yapmamız (sadece yapabileceğimiz) ve de kaçınılmaz rölativizmlerine bakmaksızın savunmamız gerekmektedir. Bunu söylemekle bazı eleştirel realistler de bu rölativizmle uyum sağlayabilmektedir. Değerlerimizin tarihe ve kültüre özgü olduğunu kabul etmemiz gerekirken buradaki iddia, değerleri yine de eleştirel şekilde inceleyebileceğimiz ve de sosyal fenomenin ardında yatan gerçeklik bilgisine dayanan değerlerimize uygunluğu hakkında bilgilendirilmiş bir karara varabileceğimizdir.
Bizim ister istemez değerler sistemimiz içinde kilitli kaldığımız ve kaçınılmaz surette yargılarımızı içinden yapmak ve de savunmak zorunda olduğumuz iddiası pragmatizmin bir özelliğidir ve Collier gibi pragmatizmi, dünyaya dair kendine hizmet eden kullanışlı inançları meşrulaştırma yolu olarak görenler için bir “tehlike sinyali” haline gelmektedir. Pragmatizmin çekiciliği en azından bazı tercihler yapabilecek - ihtiyacı olduğu görülenlerin özgürlüklerini, tercihlerini ve de hayat kalitelerini artırma ihtimallerini yaratacak gibi görünen, ”işleyen” bu gibi uygulamaları ya da görüş açılarını edinmek için- bir temel sağlamasıdır. Kendi inşalarımıza karşı her zaman eleştirel olmamız ve de yargılarımızın kastedilmemiş sonuçları olabileceği hususunda bizi uyaracak şekilde refleksivdir. Bununla birlikte eleştiriler, kişinin neyin “işleyeceğine” karar verebileceği a priori bir zeminin olamayacağını bu sebeple eylem önerilerimizin muhtemelen tehlikeli bir şekilde kendini sosyal bilinç gibi gösteren hedonistik öneriler olabileceğini öne sürer.
Pragmatizmin bu sebeple şimdilerde kötü bir baskısı var tam anlamıyla temize çıktıklarından emin değilim. Tıpkı rölativistlerin suçlandıkları ahlaki rölativizm, ya da nihilizmi savunan herhangi biri kadar pragmatikler de diğer teorisyenlerden daha fazla hedonist ya da kendine faydası dokunan kişiler değildirler. Bana göre ortada pragmatizmin kendini adaletsiz uygulamalara diğer felsefe ya da teorilerden daha fazla vereceğini varsayacak sebep yok gibidir, realizmin bu açıdan kaydının daha zayıf olduğuna da işaret etmeye değer (sanırım Foucault, her şeyin mecburen kötü olmadığını ama her şeyin tehlikeli olduğunu söylediğinde haklıydı).
Yukarıdakilere karşın uygulamada, herhangi belli bir inşayı şeyleştirme korkusuyla eylemi başkalarına bırakarak inşacıların ve söylem analistlerinin “gözlemci ve de yorumcu” kalmayı sürdürdükleri görünüyor. Willig söylem analizinin ve de yapı sökümünün gücünün “şeylerin başka türlü olabileceklerini” göstermelerinde yattığına, ama söylem analistlerinin ideolojik şekilde işleyen söylemden bahsedip, insanları ve grupları belirli şekillerde inşa etmede konuşmaların etkisinin farkında olmalarına karşın değişim önerileri açısından bunu takipte özellikle dikkatli davrandıklarına işaret etmektedir, ben de bunun onların sorumlulukları olduğunda Willig ile aynı görüşteyim. 


Kaynaklar
Burr, V.(1995) An Introduction to Social Constructionism. London: Routledge.
Burr,V. Ve Butt, T.W. (basımda) ‘Psychological distress and postmodern thought’ D.Fee                          (ed.), Pathology and Postmodern: Mentall Illness as Discourse and Experience. London: Sage.
Edwards, D., Ashmore, M. Ve Potter, J. (1995) ‘Death and furniture: the rhetoric,politics and                  theology of bottom-line arguments against relativism’, History of the Human Sciences, 8 (2): 25 49.
Foucault, M. (1972) The Archaeology of Knowledge. New York: Pantheon Books.
Gordon,C. (ed.) (1980) Power/Knowledge:Selected Interview and Other Writings 1972-1977. New         York: Pantheon Books.
Habermas, J. (1986) ‘Taking aim at the heart of the present”, D.Couzens Hoy (ed.).Foucault: Critical      Reader, Oxford:Blackwell.
Harper, D.J. (1995) ‘Discourse analysis and “mental health” ‘. Journal of Mental Health, 4: 347-57.
Harré,R. (1989) ‘Language games and the texts of identity’ J.Shotter ve K.J.Gergen (eds),Texts of            Identity. London:Sage.
Marks, D. (1993) ‘Case-conference analysis and action research’ E.Burman ve I. Parker (eds.)                    Discourse Analytic Research: Repertories and Readings of Texts in Action. London:Routledge.
Parker, I.iGeorgaca,E.,Harper, D.,McLaughlin,T. ve Stowell-Smith,M. (1995) Deconstructing                    Psychopathology. London: Sage.
Romme,M ve Escher, S. (eds)(1993) Accepting Voices. London: MIND.
Sedgwick, P. (1982) PsychoPolitics, London: Pluto Press.
Wetherell,M. Ve Still,A. (1995) Issues for Social Psychology, D317 Social Psychology Book 4.               Milton Keynes:Open University Press.














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.